top of page

TÜRKİYE’DEKİ “OKUR-YAZAR SORUNU” VE AYDININ HALKLAŞMASI

Güncelleme tarihi: 14 Mar

ÖZET:

*Türkiye’de toplumu etkileyen yazarların çoğu, tıpkı politikacılar gibi ne yaparlarsa yapsınlar asla özür dilemiyor, sorumluluk kabul etmiyor, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyor.

Çünkü bu yazarlar tıpkı politikacılar gibi okurlarının gözünde saygınlıklarını asla yitirmeyeceklerini çok iyi biliyor. Okurlarının “ferasetine”ve “belleklerine”, toplumdaki “okur-yazar kitlenin ahlakı”na güveniyor. Ne yaparlarsa yapsınlar okur- yazar kitlenin onlardan bir açıklama istemeyeceğinin ya da hesap sormayacağının farkındalar.

*

 Türkiye’de okur-yazar kitle, sevdiği yazarların düşüncesini NE OLURSA OLSUN doğru kabul ediyor, sevmediği yazarların düşüncelerini de ne kadar mantıklı ya da kanıtlı olursa olsun ret ediyor.

*

“Cahil halk”ın aptallığını ya da tutarsızlıklarını saptamak çok kolaydır. Ama görmezden gelinen bir başka sorun daha vardır:

Türkiye’de sadece bir “halk sorunu” yoktur, çok önemli bir “okur-yazar” sorunu vardır.

**

 

 “O kadar hırsızlıkları, yolsuzlukları çıktığı hâlde hâlâ onlara oy veriyor bu cahil halk!”


Halk için bu ve benzeri cümleler çok sık kurulmuştur. Peki bu ve benzeri cümleleri sıradan halk için değil de okur-yazar insanlar ya da aydınlar için kullanabilir miyiz?

Daha somut soralım: Saygı duyduğunuz, değer verdiğiniz yazarların eserlerinde tahrifat yaptığını, hırsızlıklarını ya da pisliklerini duyduğunuzda kaçınızın fikri değişiyor?

Birkaç olgu örneği verelim.


OLGU 1:

Murat Belge, “Döşeğimde Ölürken” romanında geçen “ensest” sözcüğünü “kızılbaşlık” olarak çevirmiştir (1,2).


*

OLGU 2: 

“Dünyanın Balkonundaki İsyancılar” kitabında orijinal metinde olmayan "Türkiye'de bir Kürt" ifadesi, yazarlar tarafından metne eklenmiş, metin TAHRİF EDİLMİŞTİR (3).

*

OLGU 3:

Elazığ’da 24 Ocak 2020 yılında yaşanan, 41 kişinin öldüğü 1466 kişinin yaralandığı depremden sonra Sevan Nişanyan sosyal medya hesabından şöyle bir paylaşım yapmıştı:

(4)

*

OLGU 4:

Sevan Nişanyan, 2018 yılında arkadaşı Ali Nesin’i eleştiren bir yazı yazan yazar hakkında “Bunları itlaf etmek lazım” diye yazmıştı (5).

*

Saygı duyduğunuz ve kültür insanı ya da düşünür diye andığınız bir yazar olan Murat Belge çevirdiği kitapta “ensest” sözcüğünü “Kızılbaş” olarak çeviriyor. Bu çeviriyi kitabın değişik yayınevlerinden çıkan yeni baskılarında da yineliyor. Bu durum bir şüphe, bir varsayım ya da bir yorumlama değil ispatlı ve son derece net bir olgudur.

Soru şu:

Bu yazara olumlu bakan kaç insanın fikri bu bilgiyi öğrendiğinde değişiyor?

*

Birçok insanın saygı duyduğu, hayranlıkla takip ettiği bir yazar olan Fikret Başkaya, Temel Demirer ve Sibel Özbudun’un birlikte yazdığı kitapta bir çevirinin içine, kendi siyasal düşüncelerini destekler nitelikte ÖZGÜN METİNDE OLMAYAN bir parça atarak açıkça tahrif ediyor. Bu durum, bir aydın için YÜZ KIZARTICI BİR ŞEYDİR, büyük bir entelektüel ahlaksızlıktır. Bu eklemenin "bilmeden yapılma olasılığı" SIFIRDIR.  Yazarlar, bir metni açıkça, hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın tahrif etmiştir.

Soru şu:

Bu olayı bilmek, bu yazarlara saygı duyan kaç kişinin gözünde yazarların imajını zedelemiştir?

 

Çok saygı duyulan, binlerce fanatik takipçisi olan Sevan Nişanyan deprem olmuş bir şehirde ölenler için “ölmeleri iyi olmuş” anlamına gelen bir paylaşım yapıyor.

Aynı yazar, bu paylaşımdan birkaç yıl önce bir yazar için hesabından “bunları itlaf etmek lazım” diye mesaj yazıyor.

Soru şu:

Bu yazarı seven, saygı duyan, fikirlerini önemseyen kaç kişinin fikri, bunları gördükten sonra değişiyor?

Hepimiz biliyoruz ki yukarıda adları anılan yazarlar konusunda neredeyse hiç kimsenin hiçbir fikri değişmedi.

*

Yaptı ama bi sor niye yaptı? (!)

Sevdiğiniz yazarlarla ilgili bu tür bilgileri öğrendiğinizde en duyarlı olanlarınız birazcık şaşırdı, sonra bu duyduklarınızı normalleşirmek için gerekçeler buldu. Çoğunuz “yok ya öyle değildir”, “yalandır” dediniz, bu bilgileri görmezden geldiniz.

Kiminiz gözünüzün önündeki apaçık kanıtları gördüğünüz halde bunları “birtakım iddialar” diyerek olguları iddia düzeyine indirerek hafiflettiniz.

Kiminiz “yaptı ama bi sor niye yaptı?” diye bunlara gerekçeler buldunuz.

Bazılarınız

M. Belge, çevirinin sahihliğini artırmak için cehaletin dilini kullanan bir kahramanın sözlerini çevirirken, Türkçedeki cehalet jargonunun ifadelerinden yararlanmıştır, bu bir çeviri tekniğidir” diye yorum yaptınız (6).


Bir kısmınız “S. Nişanyan itlaf demiştir ama çok şakacı ve biraz deli olduğu için şaka yapmıştır” dedi.

Bazılarınız “S. Nişanyan’ın ordusu mu var ki itlaf etsin, münasebetsiz bir laf işte, böyle laflara takılmamak gerekir.“ diye yorum yaptı.


Buradan şunu anlıyoruz: bundan sonra biri size “senin ananı sikeyim” gibi bir küfür ederse ve eğer anneniz ölmüşse bu kişinin ananızı “sikme olanağı” olmadığından bu ifade bir küfür sayılmaz. Aklınızda bulunsun!

 

Bir kısım okur, “F. Başkaya Marcos’un ifadesinde, özgün metinde olmayan bir parçayı araya atmıştır ama Kürtler’in ezildiğini kim inkar edebilir? Türkiye’de Kürt olmak, Marcos’un metninde geçen diğer durumlardan çok mu farklıdır?

Bu tür şeylere takılmak, içinizdeki Kürt düşmanlığının açığa çıkmasından başka ne olabilir?” diye yorumladı bu olayı.

*

Burada konu “aydın kimdir?” gibi bir kavram tartışması değildir. Yazı boyunca “okur-yazar” insanlar ya da aydınlar derken, okumayı yazmayı gündelik yaşamının bir parçası haline getirmiş, kitap okuyan, kitap yazan, düşünme potansiyeli olan, edebiyat ya da felsefeyle ilgilenen “bilgili insan” kast edilmektedir.

*

Bir çeviride ensest sözcüğünü Kızılbaş diye çevirmek Alevileri açıkça aşağılamaktır.

Bir arkadaşını yazı yoluyla eleştiren bir yazara “bunu itlaf etmek gerek” demek, açıkça bir suçtur.

Deprem olan bir şehrin insanlarına “oh olsun, iyi oldu” diye yazmak bir canavarlıktır.

Bir çeviride olmayan bir parçayı, açıkça, bilerek eklemek ve çeviriyi tahrif etmek, bir yazar için yüz kızartıcı bir eylemdir.

Bu olgular, çok açık, çok somut, inkâr edilemez ve şüpheye yer bırakmayacak kadar net olgulardır.

**

Politikacı-Yazar Benzerliği

Türkiye’de yıllardır hiçbir politikacı, sorumlu olduğu herhangi bir konuda istifa etmemiştir ve hatta belli bir konuda sorumlu olduğunu dahi kabul etmemiştir. Çok uzun bir zamandır Türkiye’de hırsızlığı, yolsuzluğu, suçu ya da ihmali ortaya çıkan hiçbir politikacı ne sorumluluk kabul etmiştir ne de özür dilemiştir.

Çünkü bu politikacılar çok iyi bilir ki ne yaparlarsa yapsınlar seçmen kitlesinin gözünde bir itibar kaybı yaşamayacaklardır.

Türkiye’de düşünce dünyasında da yaşanan tam tamına budur.

Türkiye’de yukarıdaki örneklerdeki gibi düşünce üreten insanlar ya da yazarlar tıpkı politikacılar gibi yazdıklarından, fikirlerinden dolayı kendilerini sorumlu hissetmiyor. Çok uzun zamandır toplumu fikirleriyle etkileyen yazarlar arasında düşüncelerinden, yazdıklarından dolayı kendini sorumlu hisseden, yazdıkları yaşam tarafından kısa sürede yanlışlandığında bunu kabul eden, bu fikrinin yanlış olduğunu itiraf eden kimse yoktur.

Her yazdığı 1-2 yıl içinde yanlışlanan bir yazar bile hiçbir şey olmamış gibi hâlâ akıl vermeyi sürdürmekte, yazdıklarından kendini sorumlu olarak görmemektedir (7,8).

Türkiye’de toplumu etkileyen yazarların büyük çoğunluğu, tıpkı politikacılar gibi ne yaparlarsa yapsınlar asla özür dilemiyor, sorumluluk kabul etmiyor, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyor.

*

Örneğin olgu 1’deki örnekten sonra M. Belge’den şöyle bir açıklama gelmiş midir:

-Bu yazılanlar iftiradır, böyle bir şey yoktur.

-Bu çeviriyi ben yaptım ama şu gerekçeyle yaptım.

-Bu çeviri benim ama şu an farklı düşünüyorum. Vs. vs.

Olgu 2’deki örnekten sonra F. Başkaya şöyle bir açıklama yapmış mıdır:

-Bu yazılanlar yalandır, çeviride böyle bir tahrif yapmadık.

-Bu yazılan doğru ama şu gerekçeyle yaptık.

Olgu 3 ve 4’teki örnekten sonra S. Nişanyan’ın bir açıklaması oldu mu:

-Yalan böyle bir şey söylemedim.

-O sosyal medya hesabı benim değil ya da bu mesajı başkası atmış.

-O mesajı ben yazdım ama kızgınlıkla yazdım. Vs.

*

Asla böyle açıklamalar yapılmadı. Tıpkı politikacılar gibi.

Bu yazarlara ne eleştiri yaparsanız yapın bir aydın ya da yazar için olabilecek en yüz kızartıcı davranışları ortaya koysanız dahi en fazla duymazlıktan geliyorlar.

Neden?

Çünkü bu yazarlar, okurlarında, politikacıların halkta gördüğü şeyin aynısını görüyor.

Çünkü bu yazarlar tıpkı politikacılar gibi okurlarının gözünde saygınlıklarını asla yitirmeyeceklerini çok iyi biliyorlar. Okur ve takipçilerini çok iyi tanıyorlar. Okurlarının “ferasetine”ve “belleklerine”, toplumdaki “okur-yazar kitlenin ahlakı”na güveniyorlar. Bu olaylardan sonra okur- yazar kitlenin onlardan bir açıklama istemeyeceğini ya da hesap sormayacağını çok iyi biliyorlar.

*

Yukarıda geçen eylemler, normal bir toplumda, normal bir düşünce dünyasında, normal bir okur-yazar kitlesinin olduğu bir dünyada, bir yazar için kesinlikle yüz kızartıcı eylemlerdir ve yapanların itibarını yerle bir etmesi gerekir. Oysa Türkiye’de böyle olmaz.

Çünkü bunları bilmek neredeyse hiç kimsenin hiçbir fikrini değiştirmemektedir.

M. Belge, F. Başkaya, S. Nişanyan’ı daha önce sevmeyenler, bu yazarlarla ilgili yeni bilgileri öğrendiklerinde onları sevmemeye devam etti ya da sevmemeleri pekişti.

Bu yazarları sevenler ise sevmeye devam etti.

M. Belge’yi sevmeyenler, “eskiden sevmediklerinden daha çok sevmemeye” devam etti, sevenler de eskisi gibi sevmeye devam etti.

Kısacası bu yazarlarla ilgili çok açık, çok somut, asla inkâr edilemez bu olguları duymak, okumak, bilmek neredeyse hiç kimsede bu yazarlar hakkında bir fikir değişikliği yaratmadı.

**

Duyguya Giydirilmiş Düşünce Elbiseleri

Neden Böyle?

Türkiye’de düşünce üretimi diye yazılan yazıların büyük bir kısmı duygulara düşünce elbisesi giydirilerek yazılmış yorumlardır. Düşüncelere ve düşünce insanlarına “sevme fiili” ile bakmak, düşünmenin önündeki en büyük engellerden biridir. Birini seviyorsak ne olursa olsun onu koruruz. Böylesine kör bir sadakat “düşünmek” fiili için son derece ölümcüldür.

Sevdiklerini kayırmak, duygularını düşünce zannetmek, Türkiye’de sağcısından solcusuna, ulusalcısından liberaline, komünistinden faşistine ya da muhafazakârına kadar her siyasal konumda çok sık görülen yaygın bir okur-yazar zaafıdır.

Türkiye’de okur-yazar insanların çoğu için olgular ya da gerçeklik bir hareket noktası değildir. Gerçeklik, okur-yazar insanların çoğunun umurunda değildir.

Okur-yazar kitle, birilerini ve o birilerinin düşüncelerini takım tutar gibi sevmekte, birilerinden ve o birilerinin düşüncelerinden rakip takıma düşmanlık besler gibi nefret etmektedir. Bu açıdan okur-yazar kitle sıradan halktan farksızdır.

*

Türkiye’de okur-yazar kitle, sevdiği yazarların düşüncesini NE OLURSA OLSUN doğru kabul ediyor, sevmediği yazarların düşüncelerini de ne kadar mantıklı ya da kanıtlı olursa olsun reddediyor.

Türkiye’de okur- yazar insanların ürettiği ve üretildiği entelektüel dünyanın kaba betimlemesi ne yazık ki böyledir.

O halde yazının başında halk için kullanılan o cümleyi tekrar hatırlayalım:

“O kadar hırsızlıkları, yolsuzlukları çıktığı halde hala onlara oy veriyor bu cahil halk”

“Cahil halk”ın aptallığını ya da tutarsızlıklarını saptamak için alim olmak gerekmiyor. Ama görmezden gelinen bir başka sorun daha vardır:


Türkiye’de sadece bir “halk sorunu” yoktur, çok önemli bir “okur-yazar” sorunu vardır.


Halka küfretmek dünyanın en kolay işidir hele sözcük dağarcığı geniş, sözcükleri beceriyle kullanabilen okur-yazar kitle için bu çocuk oyuncağıdır. Hele hele yanlışlığı apaçık görünen konularda bu haklılıkla halkın üstünde tepinmek ve halkı gömmek, “bu halkın adam olamayacağını 2.5 saat anlatmak” dünyanın en kolay işi bir “okur-yazar etkinliği”, bir tür “rakı masası sporu”dur.

 Peki okur-yazar kitle için ne dersiniz?

Halk için bu cümleyi kuranlar okur-yazar kitle için nasıl bir cümle kurarlar?

Halk için bunları düşünen siz okur-yazar kitle, kendiniz için ne düşünüyorsunuz?

 

Taylan Kara

Kaynaklar


394 görüntüleme4 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page