top of page

POSTMODERN FELSEFENİN TOPLUMA NE ZARARI OLMUŞTUR?

  • 20 May 2020
  • 12 dakikada okunur

Hiçbir sistem, insanı, ‘düşüncede silahsızlandırmaya’ uğratmadıkça yenemez.

Hikmet Kıvılcımlı


Orta Çağ’da din her şeye egemendir, özerk ve kaderini kendi belirleyen bir birey olarak insan yoktur. Orta Çağ’da insan yüzyıllarca tanrının karşısında edilgen bir konumda var olmuştur. Orta Çağ felsefesinin merkezinde din vardır ve bu felsefenin temel sorunu olayların/kavramların dinle olan ilişkisinden ibarettir. Orta Çağ’da bilgi sahibi olan kişilerin ezici çoğunluğu rahiptir.

Orta Çağ’da insan kaderinin efendisi değildir. Düşüncenin ortasında yer alan şey tanrıdır. Felsefe, dinin hizmetçisidir.

Her tarihsel ya da zihinsel devrim, her şeyden önce toplumun tutamak noktalarını, düşüncenin merkezini, Arşimet noktalarını değiştirir. Orta Çağ’da bu merkez “tanrı kavramı”dır; her şey bu kavramın etrafında döner. Aydınlanma ile tanrı kavramı yerine özne-insan kavramı konmuştur.

15-16. yüzyıldan itibaren insan bir özne olarak sahneye çıkar.

Aydınlanmayla birlikte insan artık bir öznedir; tarihin etken gücü olarak kendi kaderini değiştirebilir. İnsan, kendini merkeze alarak dünyayı iyimser bir bakışla yorumlar ve değiştirir.

Aydınlanma şunu der: İnsan tarihin edilgen bir parçası değildir; insanlar nedensel zincirlere kendini bırakarak sürüklenip gitmezler, bu nedensel zincirlere NEDEN OLURLAR, ONU BAŞLATIRLAR. İnsan, hayatı belirler; sorumludur ve yaşamı üzerinde denetimi vardır.

Bütün o büyük buluşlar, fizikteki gelişmeler, teknolojinin gelişimi, doğa bilimlerindeki gelişmeler bu anlatılan paradigma değişiminden çıkmıştır. Roman da bireyle ortaya çıkmış, insanın yükselmesiyle yükselmiş, insanın çöküşüyle de daralmış ve krize girmiştir. Bu dönemin özelliklerini kabaca şöyle sıralayabiliriz:

- İnsana olan inanç

- İnsanın merkeze konması

- İnsanın bir özne olarak tarihte yer alması ve kaderini değiştirebileceğine olan inanç

- Geleceğe dair iyimserlik

- Evrene, doğaya, insana ve kendisine karşı bütünlüklü ve sistematik bakış

- Bilimsel düşünce yöntemi

- Tarihin öngörülebilir ve müdahale edilebilir bir süreç olduğu inancı.


Çok kaba da olsa Aydınlanmanın somut bir çerçevesi çizilmiş oldu. Edebiyattaki bütün o klasikler, Balzac’lar, Dostoyevski’ler, Tolstoy’lar, Üç İstanbul’lar bu genel çerçevenin içinde kendisine bir yer bulur. Bu romanlarda nedensellik içeren, tutarlı ve de BÜTÜNLÜKLÜ bir dünya bakışı vardır.

Bu insanın yükselişidir. Tarihte insan yükseldikçe roman da yükselmiştir.

Postmodern düşünce bütün bu başlıklara saldırır ve onları reddeder.

Postmodern felsefenin saldırısına uğrayan en önemli kavramların “bilgi teorisi”, “nesnel gerçeklik”, “akıl”, “evrensellik”, “bütünlük”, “özne” olması tesadüf değildir.

Postmodern felsefe:

- Akıl karşıtıdır.

- Aydınlanma karşıtıdır.

- İnsanı tarihin öznesi olmaktan çıkartır.

- Bilimsel düşünce yöntemini tahakkümcü bir yöntem olarak görür.

- Bilgiler arasındaki hiyerarşiyi reddeder, kişiden kişiye bilginin doğruluk derecesinin değişebileceğini iddia eder. Göreceliği saplantılı bir şekilde dogmatikleştirir. - Postmodern felsefe, nesnel gerçeklik diye bir şeyin olmadığını, gerçekliğin bir “söylem”, bir “kurgu”, “insan aklının ürünü” olduğunu iddia eder. Postmodernizm nesnel gerçekliği reddeder.

Bunlardan üç başlık, üzerinde ayrıntılı durulması gereken başlıklardır:

1. Bütünselliğin reddi

2. Öznenin yok oluşu

3. Nesnel gerçekliğin reddi

Goethe şöyle der:

“Çürümüş, yıkılmaya ya da çözülmeye yüz tutmuş bütün tarihî dönemlerde, çok belirgin bir öznelcilik göze çarparken, bütün ilerici dönemlerde ise, dünyayı kendi bütünselliği içinde ve olduğu gibi kavramak gerçeği görülmektedir.”(1)

Postmodern felsefenin en çok saldırdığı şey, bütünlüklü bakış, bütüncül yaklaşım ya da sistemlerdir. Bunlara “büyük anlatılar” diye saldırır, büyük anlatıların sonunu ilan eder. “Du bakali n’olacak?”, Aziz Nesin’in çok bilinen bir öyküsüdür. https://www.siyahgribeyaz.com/2010/02/du-bakali-nolecak.html (Erişim tarihi: 22.12.2019))

Burada bu öykünün estetik değerlendirmesi yapılmayacaktır. Burada konu “bütünlüklü bakış” ve “parçalı bakış”ın farkıdır. Bu öyküde adam sinemada kadının yanına oturur. Adam çıkışta kadının arkasından gider.

Adam sokakta kadının yolundan gider.

Adam kadınla aynı apartmana gider vs…

Bunları tek tek ele aldığınızda her birinin mantıklı açıklaması vardır. Bu parçaların tek birini ele aldığımızda öykünün sonundaki olayı tahmin edebilir miyiz?

Siz dünyaya parçalı bakarsanız, yukarıdaki öyküde geçen kadının anlattığı her şeyi açıklayabilirsiniz.

Siz sokakta yürürken birilerinin yanınızda yürümesi gayet normaldir. Sokakta başkaları da vardır. Siz sinemada bilet alırken birileri sizin izleyeceğiniz filme bilet alabilir. Bir sinemada birçok insanın olması normaldir.

Siz sinema salonundayken birileri yanınızdaki boş koltuğa da oturabilir.

Siz caddede yürürken arkanızda birtakım kişilerin yürümesi de normaldir. Orası kamuya açık bir alandır. Siz oturduğunuz apartmana girerken başka birileri de o apartmana girebilir. Orası bir apartmansa sizin dışınızda birileri de oturuyordur ya da oturmuyor olsa bile bir başka eve konukların gelmesi normaldir.

Bu öyküdeki her bir olayı TEK TEK ele aldığınızda çoğuna gayet makul açıklamalar getirebilirsiniz. Her olayı tek tek ele alırsanız o olay karşısında kaygı duymanın hiçbir anlamı yoktur, kaygı duymak gereksizdir.

Ancak bu olayın asıl anlamını yakalamak için bu parçaları birleştirmek gerekir. Bu öyküdeki olayın esas anlamı, bu parçaların yan yana getirilmesiyle elde edilen değerlendirmedir. Bunu yitirdiğiniz zaman, parçaları tek tek ele aldığınızda, gayet makul açıklamalar getirirsiniz ve olayın kendisini anlamazsınız.

Bu öyküdeki olaylara bütüncül bakan biri için öyküdeki adamın niyeti, daha en başından ortadadır. Ancak parçalı bir bakışla değerlendirdiğinizde, adam kadının yatak odasına girene kadar olan olayların hemen hemen hepsini çeşitli gerekçelerle açıklayabilirsiniz. Postmodern bakış, bu bütünlüklü bakışı küçümser, aşağılar, totaliter bulur.

“Bütünlük” kavramının totaliterlik yorumunun kaynağı Karl Popper’dir.

Karl Popper, “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabında “totaliter” sözcüğü ile bütünlük anlamındaki “totality” kavramını birbirine karıştırır. Bu iki kavram birbirine karıştığında dünyaya bütünlüklü bakan düşünce sistemlerinin totaliter olduğu yargısı ortaya çıkar. K. Popper bu kitabı 2. Dünya Savaşı sırasında Avustralya kıtasında ikinci el kaynaklara dayanarak yazmıştır.(2)

Lyotard’ın Postmodern Durum adlı kitabı şöyle biter:

“Bütün ve bir nostaljisi kavram ve duyumlanabilenin, şeffaf ve iletimlenebilir deneyimin uzlaşması için yeteri kadar bedel ödedik. (…) Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başlatalım.”(3)


Postmodern felsefenin, bütünlüklü bakışa saldırısının doğal bir sonucu olarak toplumda gördüğü şey toplumdaki ortaklıklar değil farklılıklardır. Postmodern bakış toplumları, kimliklere, mikroözelliklere, bireylere böler; farklılıkları fetişleştirip onların, ortak yaşam ve toplumun örgütlenmesi için gerekli olan ortak noktalarını görmezden gelir. Postmodern bakış için sınıflar ya da üretim ilişkileri değil ama Çorumlu olmak, Hanefi ya da Alevi olmak, heteroseksüel-biseksüel olmak, Zaza-Terekeme olmak gibi yerel, etnik, cinsel alt kimlikler-mikrokimlikler önemlidir.


Dünyayı kavramak isteyenler, dünyayı değiştirmek isteyenler, o dünyaya bütünlüklü bakmak zorundadır. Bütünü değiştirme ihtiyacı duyan, bütünlüklü bakmak zorundadır.


Postmodernizmin bütünlük karşısındaki önerisi nedir peki?

Postmodernizm toplumları bireylere, kimliklere, mikroözelliklere böler; farklılıkları fetişleştirip onların, ortak yaşam ve toplumun örgütlenmesi için gerekli olan ortak noktalarını görmezden gelir. Postmodern düşünce için sınıflar, iktisadi konum, üretim ilişkilerindeki bir kategori değil Çorumlu olmak ya da cinsel kimlik daha öndedir.

- Postmodern düşünürlerden Lyotard, “büyük anlatıların” bittiğini iddia eder... Bu eleştirinin hedefi nedir? Hegel, Platon, Descartes, Kant, Marx... Sistemli düşünürlere saldırı...

Sistematik ve bütüncül bakışın hedef alınması... Bu çok kökten bir eleştiridir.

İşe buradan girdiğinizde Hegel, Kant, Marx hepsi gider; bunlardan sonra “bu bir masadır” önermesindeki bilgi bile hedef alınmaktadır. Bildiğimiz bütün anlam örüntülerinin

sonudur bu...

Bir masayı işaret ederek şunu söyleyebiliriz: Bu bir masadır, zürafa değildir. Oysa postmodern düşünceye göre bu bana göre masa, ona göre zürafadır. Bu iki önerme de yan yana durabilir ve bu iki önerme arasında doğruluk bakımından bir hiyerarşi yoktur. Postmodern düşünce insanın nesnel gerçekliği bilme yöntemlerine karşı bir saldırıdır. Çünkü postmodernizme göre varlığın tek bir epistemolojik temsili imkânsızdır. Postmodern düşünceye göre bir doktorun tedavisi ile bir kabile büyücüsünün tedavisi eşit derecede geçerlidir ve birbirine hiçbir üstünlüğü yoktur.

Postmodern düşünceye göre bilimsel düşünce yöntemi “birçok paradigma içinde bir paradigmadır” sadece; bir başka paradigma karşısında üstünlüğü yoktur.

Akut Apandisit olan bir hastada cerrahi, vodoo büyücüsünün yaptığı büyüden daha üstün değildir.

Bilimsel düşünce yöntemi sadece bir “söylem”dir, “büyük anlatı”dır.

Luce Irigaray şöyle diyor:

“E=mc2“ cinsiyet ayırt eden bir eşitlik midir? Işık hızına, bizim için yaşamsal önemi olan başka hızlara göre öncelik tanınmakta... Bu eşitliğin cinsiyet ayrımına işaret eden özeliği, en hızlı gidene öncelik tanınmasıdır.”(4)

L. Irigaray, “akışkanlar mekaniğinin katı cisimlerin mekaniğine oranla daha az gelişmiş olduğunu; bunun nedeninin katılığın erkeklerle, akışkanlığınsa kadınlarla özdeşleşmesi olduğunu” iddia eder.

Bu yazılan açıkça bir saçmalıktır, zırvalamadır. Okuma yazma bilen, “E=mc2” ve ışık hızının ne olduğunu anlayabilen, birazcık temel fizik bilgisi olan, uzaktan dahi olsa bilimsel düşünce yönteminden haberdar birisi bunu kolayca anlar.

Bunu bir öğrenci üniversite kantininde söylese, ona “saçmalama” denir. Ancak Fransızca yazılıp İngilizceden çevirilince de saçmalığından hiçbir şey kaybetmez. Sokaktaki insan söylediğinde saçma bulunan fikir, Paris’te üniversite kürsülerinde söylendiğinde “derin felsefe” olmuyor.

Saçma saçmadır. Saçmaya saçma, zırvaya zırva demek gerekir. Böyle zırvalayarak binlerce sayfa yazabilirsiniz, hiçbir yöntem olmadan ilgili ilgisiz kavramlar arasında keyfi bağlar yaratabilirsiniz. Saçmalamak, evrensel bir olanaktır.

Alan Sokal ve Jean Brickmont’un “Son Moda Saçmalar” kitabı postmodern düşünürlerin bilimsel kavramları nasıl keyfi, yersiz ve yanlış kullandığına dair bir yığın örnekle doludur. Felsefeyle uğraşmak isteyen bir gencin, postmodern felsefedeki bu türden ifadelerle karşılaşma olasılığı neredeyse kesindir. Sokal’ın kitabı okura bu konuda bir bağışıklık sağlayacaktır.




Bebekleri leylekler mi getiriyor?

Bilim alanında bütün kavramlar eşit derecede saygın değildir. Çünkü fikirlerin tamamı aynı derecede doğru değildir. “Bütün görüşlere saygı duyuyorum“ cümlesi ne

kadar sevimli görünüyorsa da bilim alanında bir palavra, bir tür iki yüzlülüktür. Örneğin bebeklerin oluşumu konusunda embriyoloji biliminin ortaya koydukları, artık üzerinde tartışılmayan bir hakikattir; bebekleri leyleklerin getirdiği ise gülünç bir safsata… Dünyanın düz olduğu “hipotezi“yle dünyanın yuvarlak olduğu “hipotezi“ aynı derecede saygın değildir: İlki bir zırvadır, ikincisi ise hakikat… İlki sadece birilerinin laf salatasıyla savunulurken ikincisi onlarca bilimsel kanıtla desteklenmektedir. Önermelerin ve hipotezlerin, nesnel gerçeklikle örtüşme oranıyla değişen bir doğruluk ve saygınlık hiyerarşisi vardır.


Her görüşü verelim, halk karar versin!

Nesnel gerçekliğe ulaşma kaygısı taşıyan bir insan için “bütün görüşlere saygılıyım” tavrı bir palavradan ibarettir. Bilimde, “her görüşe saygı duymak” tavrı sümüksü bir yaklaşımdır ve böyle bir yaklaşımla hiçbir yere varılamaz. “Her görüşü sunalım, toplum istediğine karar versin” görüşü de, zırvaya ve safsataya alan açmak için uydurulan sahte bir demokrasi tavrıdır. Tıp fakültelerinde insan embriyolojisi dersinde bebekleri leyleklerin getirdiğini savunan “leylek hipotezi”ni de okutmaya ne dersiniz? Jeoloji bölümlerinde “Dünyanın öküzün boynuzları arasında olduğu görüşü” niçin okutulmuyor? Fen bilimleri dersinde, “Dünyanın düz olduğu görüşü”, “Güneşin dünyanın etrafında döndüğü görüşü” müfredata girse olmaz mı? Ne de olsa “her görüşe saygı duymalıyız, bunları da okuyup kendimiz karar verelim” öyle değil mi?

Zırva ile hakikat, doğru ile safsata aynı torbaya doldurulup eşitlendiğinde, yani “aslında asla eşit olmayanlar” eşitlendiğinde ortaya nesnel gerçeklik bilgisi değil hiçbir yere ulaşamayacak bir bulamaç çıkar.

Eğer bütün önermeler eşit derecede “saygın” ve “doğru” ise, önermeler arasında nesnel gerçeklikle uyuşması oranında hiçbir değer farklılığı yok ise ortada hiçbir anlamlı eylem ya da kuram olamaz, çünkü bu durumda her şey “olabilir”. Bu durumda dünya anlamsız, her an her şeyin olabileceği, tahmin edilemez bir “esrarengizlikler” diyarı hâline gelir. Oysa biliriz ki dünya yuvarlaktır, düz değildir; yuvarlak olduğu doğru, düz olduğu yanlıştır. Bebekler embriyoloji biliminin ortaya koyduğu şekilde oluşur, bebekleri leylekler getirmez.



Bilmeyi olanaklı kılan şey, önermeler arasında doğruluk değerlerine göre bir hiyerarşi oluşturabilmektir. Bu hiyerarşiyi oluştururken dayandığı temel ise nesnel gerçeklikle yani deney ve gözlemle uyuşma yeteneğidir.

Hangi kaygıyla olursa olsun saçmaya, zırvaya, safsataya saygı duymaktan vazgeçilmelidir. Zırva zırvadır, saçma saçmadır, safsata da safsatadır. “Nesnel gerçeklik bilgisi”ne ulaşma kaygısı olan bir insan, bunları yüksek sesle dile getirmekten kaçınmamalıdır. Zırvaya zırva, saçmaya saçma, safsataya safsata diyebilmek, nesneleri ve kavramları adıyla çağırmak, nesnel gerçekliğe varmanın ilk koşuludur.

Postmodern felsefenin çizdiği bu çerçeve dünyayla ne kadar uyuşuyor acaba? Bir uçağa bindiğinizde Newton fiziğine ve aerodinami ilkelerine göre uçan bir uçağa biniyorsunuz. Cep telefonuyla konuştuğunuzda Maxwell denklemlerine göre çalışan bir telefonla konuşmuş oluyorsunuz. Konum ve adres bulmak için kullandığınız GPS cihazı Einstein’ın özel görelilik teorisine göre çalışmaktadır. Kullandığınız herhangi bir bilgisayar Kurt Gödel, Alan Turing, William Shockley, John Presper Eckert ve başka birçok bilim insanının bilimsel katkılarına göre yapılmıştır.

Uçaklar Newton fiziğinin ilkelerine göre çalışmaktadır, vodoo büyüsü ile uçamamaktadır. Apandisit olan hastaların büyük bir kısmı bir genel cerrahın yaptığı appendektomi ameliyatıyla iyileşmektedir, ancak vodoo büyüsüyle iyileşememektedir. Bu durum milyonlarca kez yaşanan, her gün kanıtlanan apaçık bir olgudur.

Ancak Feyerabend bu iki yaklaşımı birbirine eşitler ve bir adım daha ileri giderek şunları söyler:

“Bir demokraside her vatandaşın okuma yazma, aklına gelen her konuda propaganda yapma hakkı vardır. Hastalandığında eğer üfürükçülüğe inanıyorsa üfürükçüler tarafından, yok eğer bilime daha çok güveniyorsa bilimsel doktorlar tarafından tedavi edilme hakkı vardır. (…)

Bir vatandaş bu hakka sahipse o zaman ister özel olarak ister vergi mükellefi olarak mali katkıda bulunduğu her kurumun yönetiminde söz sahibi demektir. Devlet okulları, devlet üniversiteleri, National Science Foundation gibi vergi gelirleriyle desteklenen araştırma enstitüleri, vergi mükelleflerinin kararına tabidirler. Her yerel ilkokul da böyledir. California’nın vergi mükellefleri kendi devlet üniversitelerinde vodoo büyüsü, halk tıbbı, yıldızbilim, yağmur dansı törenleri öğretilmesini istiyorsa o zaman üniversitelerde bunlar öğretilecek demektir.”(5)


Feyerabend’in açık açık söylediği gibi bu düşünceye göre üniversitelerde ne okutulacağı, vergi mükelleflerinin seçimine göre şekillendirilmelidir. Bu mantıkla vergi mükellefleri yani halk evrime “inanmıyorsa”, TÜBİTAK’ın evrim kitaplarını artık basmaması gayet meşrudur.

Bu durumda halk istiyorsa hacamat, cin çıkarma, büyü bozma ya da manevi şifa merkezlerinin açılması gayet meşrudur.

Feyerabend’in düşüncesini esas aldığımızda yerçekimi yanında “gökitimi”, embriyoloji yerine “bebekleri leyleklerin getirmesi görüşü”, deprem araştırma enstitülerinde levha tektoniğinin yanında “dünyanın öküzün boynuzları arasında olduğu görüşü” de okutulabilir; yeter ki halk bunu istesin. Örneğin Düz Dünya Derneği (The Flat Earth Society) adlı dernek(6), yeterince taraftar toplarsa üniversitelerde Dünya’nın düz olduğunu da okutabiliriz.

On yıllardır sistematik bir şekilde akla saldırı, aklı küçümseme, bilimsel düşünce yöntemini, aydınlanmayı ve bütünlüklü bakışın küçümsendiğini görüyoruz. “Modernite eleştirisi” adı altında bütün bunları yok etme girişimlerinin hem edebiyatta hem de felsefede son derece yıkıcı sonuçlarını görüyoruz.

Oysa bütün modern düşünürler işe modernizm eleştirisiyle başlamıştır: Kant, Hegel, Marx diğerleri… Modern düşünce, aynı zamanda kendisine yönelik bir eleştiriyi de içerir. Modern düşünce içerisinde aydınlanma, akıl ve modernizm eleştirisi ile ilgili on binlerce sayfalık bir külliyat vardır. Ancak bu eleştirilerde hep içerme, kapsayarak aşma amacı vardır. Orta Çağ değerleri adına yapılan bir eleştiri değildir bunların hiçbiri.

Bu topraklarda Modernite felsefesini ortadan kaldırdığınızda muhatap olduğumuz şey “kadim doğu bilgeliği” ya da “sınıfsız toplumların kabile erdemleri” değildir.

Bu topraklarda moderniteyi yok ettiğinizde elinizde kalan şey, “cin çıkarma”, “yanmayan kefen”, “eşimin dayısı bana helal midir” diyen “seks yapması meşru akrabalar envanteri”dir. Gündelik yaşamdaki dolaysız gözlemler bile bunu somut olarak kanıtlamaktadır.


Postmodern felsefenin ayrıksı tarafı nedir?

Felsefede akıl karşıtı bir gelenek hep olmuştur. Buna örnek olarak Alman romantikleri, Henry Bergson, Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger vs. sayılabilir. Postmodern felsefenin ayrıksı tarafı bu irrasyonelliği sol düşüncenin içine sokmasıdır. Postmodern felsefenin en yıkıcı tarafı da budur.

Akla saldırdığında, sol mevcut sosyal düzen eleştirisindeki en önemli silahtan kendini mahrum bırakmış olur. Postmodern felsefe bunu yaparak sol düşünceyi iktidar karşısında silahsızlandırır, güçsüzleştirir.

Postmodern felsefenin diğer önemli ve yıkıcı işlevi ise gericiliği destekleyen, gericiliği meşrulaştıran, ona varlık alanı açan bir iklim yaratmasıdır. Bunların siyasal çıktıları hiç de “kitapta durduğu gibi” durmamaktadır.

Örneğin evrim teorisi müfredattan çıkartıldığında gerekçe olarak şu öne sürülüyor: “Evrim teorisi belli bir paradigmanın kabul ettiği bir söylemdir, başka paradigmalar da vardır.”

Sanki P. Feyerabend konuşmaktadır!

Cin çıkarma, muska yazma, manevi şifa merkezleri ile modern tıbbi tedaviler, postmodern düşünce açısından eşittir; birinin diğerine üstünlüğü yoktur.

“Bilim de bir paradigmadır sonuçta” ile “eşimin dayısı bana helal midir” sorusu arasındaki mesafe sanıldığından çok daha kısadır.

Toplumların mikrokimliklere bölünmesi ve bu tür yerelliklere vurgu her türden gericiliğe zemin hazırlamaktadır. Örneğin altı yaşında bir kız çocuğuna burka giydirilmesi, sekiz yaşında evlendirilmesi “çok kültürlülük” adı altında kolayca meşrulaştırılabilir. Aydınlanma düşüncesi, “şimdi”yi, sürekli müdahale edilmesi gereken bir değişim nesnesi haline getirir. İnsan, “şimdi”yi değiştirmek-dönüştürmek için çaba harcar. Postmodernizm ise tam bu öze saldırır. Şimdi, ezeli ve ebedi zaman kipi ilan edilir. Değişim fikri silinip atılır. Tarihin sonudur. Başka bir dünya tasavvuru anlamsızdır. Postmodern felsefenin insanın elinden aldığı şey “şimdiyi dönüştürme yetisi”dir.

Bir şeyle mücadele etmek isteyen, onun kendisi kadar onu oluşturan iklimle, onun zeminiyle de mücadele eder. Devrimlerle mücadele etmek isteyen, onu yaratan iklimle de mücadele eder.

Aydınlanmayla kavga eden, onun felsefesiyle ve akılcılığıyla da kavga eder. Sosyalizmle mücadele etmek isteyen, “mücadelesi olan insanla” da mücadele eder. Türkiye’de de böyle olmuştur.

Siyaseten kendisini sosyalist-komünist olarak tanımlayıp Fransız Devrimi’ne tu kaka diyen bir kişi var mıdır? Yoktur, olamaz.

Fransız devrimcileri komünist midir-sosyalist midir?

Robespierre Marksist midir?

Spartaküs proleterya diktatörlüğü kurmak için mi ayaklanmıştır?

Akılcılık, aydınlanma ve az önce saydığım bütünlüklü bakış, insanın özne olarak kaderine hükmetme düşüncesi… Bunlar, burjuva sınıfının ilerici olduğu dönemlerde insanlığa mal ettiği ve sol/ilerici/sosyalistlerin de sahiplendiği değerlerdir. Bunlar olmaksızın komünizm ya da sosyalizm olamaz. Akıl, aydınlanma ya da bilimsel düşünce yöntemi üzerinde bu kadar durmamızın nedeni bu. Bunun uzun uzun tahlillerini yapmak mümkün ama sadece edebiyattan giderek bile bu sonuca kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Bunları yıktığınızda ortada ne sosyalizm kalır ne de cumhuriyet.

Sosyalizm karşıtlarının bu değerlere düşman olması tesadüf değildir. İşi kökünden, radikal biçimde halletmek istiyorlar. Saldırılarının buradan olması tesadüf değildir. İşlerini hiç şansa bırakmadılar.

Çok çok bilinçliler ve her adımları her eleştirileri her ittifakları müthiş bir bilincin, kinin ürünüdür.

Postmodern düşünürlerin kitapları hiçbir düşünürde göremeyeceğimiz bir hızda ve yaygınlıkta çevrilip dağıtıma sokulmuştur. Felsefenin köşe taşı diye adlandırılan düşünürlerin en klasik kitaplarının bile bazıları henüz hiç çevrilmemiş ya da birkaç yıl önce çevrilmişken, bir kısmı hâlâ hayatta olan postmodern düşünürlerin en marjinal kitapları bile üç beş koldan, birçok farklı yayınevi tarafından çevrilmiş ve çevrilmektedir. Bu çok ilginç ve bir o kadar da anlamlı bir durumdur.

Elbette her türlü kitap, mümkünse bütün kitaplar çevrilmelidir. Bu konuda bir tartışma asla olamaz. Ama biz böyle bir ülkede yaşamıyoruz. Felsefeyi iş edinmiş kişiler zaten

çeviriye gerek olmaksızın bu kitapları yazıldığı dillerden okumaktadır. Ancak yayınevlerinin çeviri yaparken apaçık bir tercihi vardır. Topluma sunulan bilginin niteliği konusunda çok açık bir seçim vardır ve bu seçim kesinlikle postmodern felsefenin lehinedir.

Örneğin Paul Feyerabend 1994’te ölmüştür. Postmodern epistemolojide bile marjinal bir isimdir. Bu düşünürün kitapları 7 ayrı yayınevi tarafından 11 defa çevrilmiştir.

Örneğin hâlâ hayatta olan düşünür Julia Kristeva’nın 11 kitabı 6 ayrı yayınevi tarafından çevrilmiştir.

1995 yılında ölen Gilles Deleuze’ün 30 kitabı, 14 ayrı yayınevi tarafından tam 37 kez çevrilmiştir.

Michael Foucault’nun kitapları 21 ayrı yayınevi tarafından tam 48 defa çevrilmiştir. Jacques Lacan’ın 8 kitabı 5 ayrı yayınevi tarafından çevrilmiştir.

2007’de ölen Jean Baudrillard’ın 14 kitabı çevrilmiştir.

Jean-François Lyotard’ın kitapları 8 ayrı yayınevi tarafından 10 kez çevrilmiştir. J. F. Lyotard’ın Postmodern Durum kitabı 3 ayrı yayınevi tarafından çevrilmiştir.

Bu listeye sadece kendi yazdıkları kitaplar alınmış olup bu düşünürler üzerine yazılan kitaplar dâhil edilmemiştir.

Karşılaştırma için diğer düşünürlerden bazı veriler verelim:

Immanuel Kant’ın 1788’de yazdığı Pratik Aklın Eleştirisi kitabı Türkçeye yaklaşık 180 yıl sonra 1975’de çevrilmiştir. I. Kant’ın 1781’de yazdığı Saf Aklın Eleştirisi kitabı

Türkçeye 210 yıl sonra 1993’te çevrilmiştir.

Martin Heidegger’in 1927’de yazdığı Varlık ve Zaman Türkçeye ilk olarak yaklaşık 80 yıl sonra 2004’te çevrilmiştir. Bu kitaplar felsefenin klasik metinleridir.

Çeviri sayısı, hızı ve yoğunluğu bakımından çok dikkat çekici bir biçimde postmodern filozofların açık bir üstünlüğü görülmektedir. Türkiye’de kültürü yönlendiren kurumların topluma sunulan entelektüel malzemeyi belirlerken postmodern düşünce lehine açıkça bir tercihi vardır.

Kapitalizmin en yıkıcı olduğu, en öldürücü olduğu yer ideolojik alandadır çünkü ona karşı olanların elinden en büyük silahlarını almakta, ezilenleri kapitalizm karşısında silahsız bırakmaktadır. Bunu öylesine radikal bir biçimde yapmaktadır ki sadece belirli ve yerel bir birikimi değil insanlığın bin yıllardır yarattığı birikimi yok etmektedir. Yapılan şey, insanı düşüncede silahsızlandırmaktır. Çünkü hiçbir sistem, insanı, “düşüncede silahsızlandırmaya” uğratmadıkça yenemez.


Taylan Kara

EDEBİYATLA AHMAKLAŞTIRMA FELSEFEYLE ÇÖKERTME 2. CİLT

Kaynaklar

1- Eric Fromm, Marx’ın İnsan Anlayışı, Arıtan Yayınevi, 2004, S 59. (Goethe’nin Eckermann ile Sohbeti), 29 Ocak 1826).

2- https://www.youtube.com/watch?v=sVMoa41-gtU (Erişim tarihi 22.12.2019)

3- J. F. Lyotard, Postmodern Durum, Vadi Yayınları, 1994, Ankara.

4- Alan Sokal, Jean Bricmont, Son Moda Saçmalar, Alfa Yayınları, 2013, İstanbul, S 133.

5- Paul Feyerabend, Özgür bir toplumda bilim, Ayrıntı Yayınevi, 1991, İstanbul, S 107-8. 6- https://theflatearthsociety.org/home/ (Erişim tarihi 22.12.2019)

 
 
 

Comentarios


bottom of page