top of page

HEIDEGGER’İN COĞRAFYASINA KARANLIK BİR GEZİ

Güncelleme tarihi: 1 Ara 2023

(Bir gaz odasına kaç “dasein” sığar?)




Kurt Huber’in anısına saygıyla*


Bir düşünürün fikirlerini anlamak için kendisini görmeye gerek var mıdır? Elbette yoktur. Olsaydı dahi bu çoğunlukla mümkün olmazdı. Platon, Aristoteles, antik Yunan filozofları… Fikirlerini okuduğumuz düşünürlerin çok büyük bir kısmı şu an ölüdür. Felsefe tarihine adını yazdırmış düşünürlerin çoğu on yıllar, yüz yıllar, bir kısmı 1000 ya da 2000 yıl önce ölmüştür.

Kitaplarını okuduğumuz düşünürleri kişisel olarak tanımayız, tanımamız da gerekmez; ancak kendimden bildiğim bir şey var ki gündelik yaşamına temas edebildiğim, yaşadığı mekânları gördüğüm, mezarlarını ziyaret ettiğim düşünür ve yazarların kitaplarını daha büyük bir hevesle okurum. Buna son derece öznel hatta magazinsel bir yaklaşım bile diyebiliriz, ama böyle bir etkisi olduğu bir gerçektir.

Ziyaret ettiğim yazar mezarlarına ait fotoğrafları paylaştığımda sık sık şu soruyla karşılaşırım: Niçin yazarların mezarlarına gidiyorsunuz?

Yanıtımın özetini iki başlık altında toplayabilirim:

1. Seküler bir ölüm bilinci edinmek.

2. O yazarların kitaplarını daha verimli okumak… Her birini uzun uzun detaylandırabilirim, ancak bu yazının konusunun dışında kaldığından ayrıntıya girmiyorum.

Bir yazar, mekânından ne kadar bağımsızdır? Yazarların yaşadıkları ve eserlerini ürettikleri mekânlar, eserlerine ne kadar yansır? Yansırsa okur bunu anlayabilir mi? Bugüne kadar onlarca yazar-düşünürün mekânını gezmeme rağmen bunun yanıtını henüz bilmiyorum; ancak bu soruyu, yanıtlanması gereken bir soru olarak da görmüyorum.

Bu soru bence yanıtlanması gereken değil peşine düşülmesi gereken bir sorudur. Bu soru, bence “yan etkileri” nedeniyle önemli bir sorudur; sorunun peşindeyken bana kazandırdıkları, benim için bulacak olsam dahi yanıtından daha önemlidir.

Bütün bu girişi Martin Heidegger için yaptım.

**

Heidegger’in mekânları üzerine bir dedikodu denemesi

20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri olan M. Heidegger, yaşamının büyük bir kısmını Almanya’nın güneyindeki Freiburg şehrinde geçirdi. Akademik yaşamı Freiburg Üniversitesi’nde geçti, en ünlü eseri olan Varlık ve Zaman da dahil kitaplarını Todtnauberg köyündeki meşhur kulübesinde yazdı. Düşünceleriyle birçok düşünürü etkilemiş ve tartışma yaratmış olan M. Heidegger’in doğduğu, yaşadığı ve öldüğü mekânları ziyaret etmek için 4 günlük bir yolculuğa çıktım. Bu yazı, bu yolculuk boyunca edindiğim izlenimlerden oluşan bir “Heidegger magazini” yazısıdır. M. Heidegger’in yaşadığı yer, ders verdiği üniversite, Varlık ve Zaman’ı yazdığı kulübesi ve mezarı... Buraları görmek ve ziyaret etmek isteyenler bu yazıya ilgi duyabilir.

Freiburg Üniversitesi şehrin ortasına yerleşik; ancak Heidegger’in doğduğu Meßkirch kasabası ve meşhur kulübesinin olduğu Todtnauberg köyü birbiriyle alakasız iki ayrı yerde olduğundan her birine ayrı ayrı birer tam gün ayırmak gerekiyor.

**

Heidegger’in mezarı: Meßkirch

Heidegger'in mezarı, doğup büyüdüğü Meßkirch kasabasının mezarlığında bulunuyor. Meßkirch, Freiburg’a çok da yakın bir yer değil. Otomobille Freiburg’dan 1.5-2 saat mesafede olsa da toplu taşımayla giderseniz 3 ayrı araç kullanmanız gerekiyor. Tren ve otobüsler zamanında geliyor olsa da her aşamada bu araçların zamanlarını denk getirmek kolay değil. Bu nedenle Freiburg’dan Meßkirch’e gidip dönmek için bir günü gözden çıkarmak gerekir. Ben Tutlingen’de otobüsün 45 dakika sonra geleceğini görünce taksiyle gitmeye karar verdim. Tek sözcük İngilizce bilmeyen taksici 30 dakikalık yolculuğun 50 Avro tutacağını “söylese” de 65 Avro aldı. Kazıklama, sadece bizim ülkemize özgü değil doğal olarak!

Heidegger’in mezarı Meßkirch’in dışında. Taksi mezarlığın kapısına kadar getiriyor. Ne zaman belirli bir kişinin mezarını ziyaret için bir mezarlığın kapısından girsem kafamda aynı soru belirir: “mezarı nasıl bulacağım?”

Burası çok büyük bir mezarlık değil. Ancak kapısında Heidegger’in mezarının yerini tarif eden bir şema var. Ziyaretçisi bol olmalı. Ancak hava durumundan mıdır bilmiyorum o sırada mezarlık çok ıssız… Bıçak gibi kesici bir soğuk ve korkunç bir rüzgâr var. Almanya’ya geldiğimden beri hissettiğim en soğuk hava burada. Heidegger’in mezarı küçücük mezarlığın ortasında kapıdan 20 metre ilerde, küçük kasabanın küçük mezarlığının tam ortasında... Hava tamamen bulutlarla kaplı, yağmur yağdı yağacak… M. Heidegger, kafası net bir Nazi olan karısı Elfriede ile aynı mezarda yatıyor. 'Heidegger'lerin mezarları 3 gri mezar taşından oluşuyor; “esas” Heidegger, ortadaki mezarda, mezar taşında haç yok, onun yerine bir yıldız var.

**



Heidegger Mayıs 1976’da öldü, tam burada gömülü, 1 metre uzağımda… Onunla aynı dünyada hiç nefes almadık. O öldüğünde ben annemin karnında 3 aylıktım; ben doğduğumda o 6 aylık bir ölü idi. Bu dondurucu rüzgârın yüzüme çarptığı yerde, tam burada onu toprağa verirlerken Hölderlin’in şiirleri okundu. İnsanın zamanı çok çabuk geçiyor.

Normalde ziyaret etmek için bunca yol geldiğim mezarların başında birkaç saat zaman geçiririm. V. Frankl, S. Lem, K. Popper, F. Kafka, GWF. Hegel… Hepsi için az çok böyle bir zamanım olmuştur. Dönüş yolum çok uzun olsa da zamanım var. Ancak korkunç rüzgâr, sert soğuk yüzümü bıçaklıyor. “Rüzgârlamak” diye bir sözcük olsaydı bıçaklamanın bir “alt anlamlısı” olarak tam da burada kullanılabilirdi. Yer küçük gri taşlarla dolu, gökyüzündeki bulutlardan Heidegger’in mezar taşına kadar her şey gri. Gri paltom çok kalın olduğu halde çok üşüyorum, burada daha fazla kalmama imkân yok.

**

Mezarlık, kasabanın dışında olduğu için mezarlıktan çıkınca etrafta kimseyi bulamıyorum. Sadece bir otoyol var. Ancak herhangi bir arabanın durma olasılığı olmadığından kasabaya yürümek zorundayım. 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra otobüs durağına geliyorum. Dönüş yolunda binmem gereken otobüs 45 dakikada bir geliyor. Marketler kapalı, oturacak bir kafe, yemek yiyecek bir restoran yok. Mezar taşı griliğindeki gökyüzünden ara sıra yağmur damlaları düşüyor. Gökyüzü adeta bir tabutun kapağını andırıyor. Kasabanın bu derin kasvetini, durağın karşısındaki kilise iyice yoğunlaştırıyor; bu kilise neredeyse kasvetin maddeleşmiş hali… Heidegger, bu kilisenin önünden binlerce kez geçti. Meßkirch, nesnel olarak pek benzemese de bana Haneke’nin Beyaz Band filmindeki o uğursuz köyü anımsatıyor.

Kendimi bu kasabaya batmış bir kıymık gibi hissediyorum; sanki derhal çıkmam-çıkarılmam gerekiyor. Bir yabancı cismin, oralı olmayan, oradan olmayan bir nesnenin bilinci olsaydı muhtemelen bu duyguları hissedecekti.

**

Yabancı bir yerdeyken, son derece net yazılmış olsa bile, yine de verilere güvenmeme hissim çok belirginleşiyor. Bu hissi buraya Türkiye’den getirdim. Otobüslerin tarifelerde yazılı olan saatlere uymadığı, çoğunlukla bir tarifenin dahi olmadığı, yazılanlarla gerçek hayatın iki benzemez olarak bambaşka mecralarda aktığı yerden… Burasıysa benim gibi planlı programlı birisi için bile çıldırtıcı derecede mekanik; otobüsler ve trenler tam saatinde kalkıyor. Bineceğim otobüsün gelmesine daha 45 dakika var. Dönüş yolunda önce bu otobüse, sonra bir trene sonra da bir başka trene binerek ancak Freiburg’a gidebileceğim. Dolayısıyla bu otobüsü kaçırmamalıyım. Otobüsü kaçırmamak için durakta beklemeyi kafamdan geçirsem de soğuğa fazla dayanamayarak yolun karşısındaki otelin lobisine giriyorum. Burası aynı zamanda bir restoran. Bir kahve söyleyip kablosuz interneti kullanmak istediğimi söylüyorum. Garson kız kafasını iki yana sallayıp “nein” diyor. Aklıma yine o Beyaz Band filmi geliyor; yanında Lars von Triers’in Dogville filmindeki kasaba ile bulaşık bir düşünce… Otelin lobisindeki barda kırmızı yüzlü yaşlı Almanlar yemek yiyorlar. Almanya’nın yerlileri bunlar sanırım. Burası Almanya’da bir “Yozgat kasabası”…

Kasabalar yereldir…

Kasabalar dışa kapalıdır; dışarıdan gelene iyi gözle bakılmaz.

Kasaba insanı, deposunda kalmış bütün şüphe stoklarını, dışarıdan gelen yabancılar için kullanır.

Kasabalılık, “şüphenin yanlış kullanımı”dır…

Kasaba durgunluktur...

Kafamda, kanıtlayamayacağım bir sürü düşünce geçiyor. Burada bende bir “fazlalık hissi” var. Bir saat içinde buradan gideceğim, muhtemelen bir daha hiç gelmemek üzere... Bu insanlar yarın da burada olacak, yemeklerini tıpkı dün ve bugün olduğu gibi yine burada yiyecekler. Garson kızın “nein”ını “bana özel” gibi hissettim. Restoranda kahve içerken, mönü elindeyken göz ucuyla beni süzen yaşlı kadın kim bilir içinden ne geçiriyordur: “Meßkirch’de 'Meßkirch'li kalmadı, bu 'Tutlingen'liler gelip mahvetti şehri”!

Kasabalarda yabancılara daima “gözlerin ucuyla” bakılır. Kasabalarda “ucuyla bakılan göz”lerin “ucuyla düşünülen beyinleri” böyle klonlanmış “fikirler” üretir. Geldiğim yerde büyükşehir olarak adlandırılan nice kasabada bu kalıba uygun onlarca söz duymuştum:

“Antalya’da Antalyalı kalmadı, bu Antep’ten gelenler mahvetti”,

“Antep’te Antepli kalmadı, bu Malatyalılar gelip mahvetti”,

“X yerinde X’liler kalmadı, Y’den gelenler mahvetti” kalıbını, bir kasaba “fikir üretimi” ya da “fikrin kasabalaşması” olarak sayısız kez duymuştum.

Restoranda bir tek gözün “ucunda” olmak bile beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Hızlıca toparlanıp çıkmak için “nein” garson kızdan kibarca hesabı alıyorum. Kahve fiyatına yakın bir bahşiş veriyorum. “Nein” genç kız ilk defa gülümsüyor bana. Niye bahşiş bıraktım? Sanırım yabancılarla ilgili ona atfettiğim düşüncelerini değiştirme çabası olsa gerek… 3-4 Avro vererek kasabalı şovenizmin kalın örtüsünün üzerinde minicik delikler açma olasılığı… Onu “yav içinde iyisi de var, kötü de var” düşüncesine çekmeye çalışmak… Denemeye değer…

**

Bir yabancının en çok nesi yabancıdır? Yurtdışına çıktığımda birbirinden onca farklı binlerce insanla karşılaşmışımdır. Tek sözcüğünü bile anlamadığım dillerde konuşan insanlarla “konuştuğum” olmuştur. Konuştuğu dilin adını bile bilmediğim insanlarla karşılaştım. Viyana’nın büyük mezarlığında yoğun kar yağışı altında, İkinci Dünya Savaşı'nda ölen Avusturya askerlerinin mezarları arasında “mahsur kaldığımda” mezarlık arabasıyla beni alıp soğukta 2 saat yürümekten kurtaran mezarcının söylediği hiçbir sözcüğü anlamasam da konuşmuştuk. Zürih’te Moritanyalı mezarlık bekçisiyle konuştuğumuz dil sözde İngilizce olsa da hiçbir İngiliz buna İngilizce demezdi. Yine de konuşmuş, hem de gayet samimi olmuştuk.

Bir yabancının yabancılığı dilinde değildir.

Bir yabancının en çok nesi yabancıdır?

Yanıtım şudur: gözleri…

Yabancılığı en çok gözlerden hissederim. Bir insandaki yabancılık en önce ve en çok gözlere işlemiştir. Viyana’da yanında tek sözcük konuşmadığım halde, sıradaki herkesle akıcı bir Almanca konuştuktan sonra bana sıra geldiğinde “Buyur abi ne alırsın?” diyen Türk pizzacı, beni gözlerimden tanımıştı.

Bu kasabada da beni en çok gözler korkutuyor; otobüs şoförünün, mezarlığa getiren taksicinin, otelde kahve veren garsonun, yemek yiyen insanların bakışı sanki bana batıyor. Her kasaba, her şeyden önce belki de bir “bakış birliği”dir. Taşranın sert, dışarıdan kimseyi içine almayan sıkı dokusu bu insanların bakışından okunuyor.

**

Kara kafamla birlikte otelden çıkıp durağa tekrar geliyorum. Durağın tam karşısında eski bir kilise var. Meßkirch’in tarihinin ortaçağa dek uzandığını biliyorum. Heidegger binlerce kez bu kilisenin önünden geçmişti. Otobüs tam zamanında geliyor, beni soğuktan kurtarıyor.

**


Heidegger’in kulübesi

Todtnauberg otobüsü dar ve virajlı bir orman yolundan ilerliyor. Karaormanlar bölgesi, her yer yeşil, ağaç ve su; gökyüzü ve yeryüzü suya doygun… Bir saatlik bir yoldan sonra bir vadinin girişine kurulmuş bir kasabaya geliyor. Otobüs durağından sonra kulübeye yaklaşık 1 kilometre yol var. Heidegger’in kulübesinin yerini gösteren haritayı önceden indirmiş olduğum için otobüsten indiğimde hangi yöne gideceğimi biliyordum. Yaklaşık bir kilometrelik yolun ilk 500 metresinde sağlı sollu evler var. Bu kasaba bir vadinin her iki yamacına kurulmuş. İnternetteki fotoğraflarının hemen hepsi karlı olduğu için ben de ağır bir kar yağışı için donanımlı gelmiştim: oysa hava güneşli ve Freiburg’la karşılaştırıldığında çok sıcak. Todtnauberg bir dağlık tatil kasabası havasında… Hava çok temiz. Evler seyreliyor. Vadinin yukarı taraflarında tek tek kulübeler görünüyor.



Sağlı sollu evlerin olduğu bir yolda hafif bir yokuşu aştıktan sonra kartpostal manzaralarıyla karşılaşıyorum. Derin bir vadinin tepelerinde seyrek kulübeler var. Bunlardan birisi Heidegger’inki olmalı. Önce yanlış bir kulübeye çıkıyorum, sandığımdan çok daha zor çıkmak. Oysaki Heidegger’inki solda yukarıda, etrafında başka hiçbir yerleşim yeri yok. Kulübeyi uzaktan görebiliyorum. 100 metrelik bir tırmanıştan sonra nefes nefese kulübesine ulaşıyorum.

Kapısına geldiğimde kulübede kimsenin olmadığını görüyorum. Kimsenin olmaması beni sevindiriyor, çünkü evde birileri olsa 2-3 fotoğraf çektikten sonra gitmek zorunda kalacağım, şimdi burada istediğim kadar kalabilirim. Müthiş bir manzarası var. Küçücük kulübenin önündeki ağacın önünde oturuyorum.



Kulübenin hemen arkasında Heidegger’in su içerken, kovaya su doldururken fotoğraflarının olduğu meşhur çeşmesi var. Çeşme hâlâ akıyor, gidip su içiyorum. Çeşmenin başında tahtadan yapılmış bir yıldız var tıpkı mezar taşında olduğu gibi… P. Celan bu kulübeyi ziyaret ettiğinde ziyaretçi defterine şu cümleyi yazmıştı: “Kalbime doğacak bir sözcüğün umuduyla pınarın üzerindeki yıldıza bakıyorum”. O yıldız bu yıldız işte…



Son derece küçük bir kulübe bu, içerisi pencereden pek görünmüyor, sadece pencere kenarında içerideki eski tip işlemeli bir koltuğun kenarı görünüyor. Kulübe vadiyi tepeden görüyor. Kulübenin çevresinde 2-3 tur atıyorum. Heidegger, Varlık ve Zaman’ı yazarken bu ormanda uzun yürüyüşler yapardı. Eski fotoğraflara baktığımda bu çevrenin o zamandan bu yana fazla değişmediğini anlıyorum. Kim bilir şu an burada olan nesneler ona neler çağrıştırmıştı? Aklıma Beethoven’ın 5. Senfoni'sinin girişi geliyor. 5. Senfoni'nin çok bilinen giriş kısmını, Beethoven Viyana’da bir parkta (Prater) yürürken bir ağaçkakanın gaga seslerinden esinlenerek bestelemişti.

Bazı ifadeleriyle bu çevre arasında kolayca ilişki kurabiliyorum. Örneğin kitaplarında geçen “patika” kavramını (normalde yol olmadığı halde insanların yürüye yürüye oluşturduğu yol) muhtemelen, bir şehir insanı olan Sartre değil bir kır insanı olan Heidegger bulabilirdi.

Kulübenin önündeki ağacın altında oturup kulübeyi seyrediyorum. En çok merak ettiğim yer kulübesi, en çok merak edilmiş olan da…




Bu kulübeyi kimler kimler ziyaret etti? JP. Sartre, P. Celan, R. Char, J. Derrida…

Toplama kampında tam 18 ayını geçirmiş şair Celan, bu kulübeyi ziyaretinden 3 yıl sonra intihar etmiş. Acaba Heidegger’le ne konuştular? Celan’ın bu ziyaretinden sonra geride bıraktığı tek şey Todtnauberg adlı şiiriydi (1). Heidegger, bu kulübenin etrafındaki ormanlarda saatlerce yürüyüş yapardı. Kitaplarında geçen, felsefesinde kullandığı bazı kavramların üzerinde bu kırsal mekânın izini kolayca görebiliyorum. Heidegger’in saatlerce yürüdüğü orman yollarında yürüyorum… Yürüyorum… Tanımlaması ve aktarılması zor, çok yoğun bir kişisel deneyim bu… Üzerine yüzlerce sayfa yazılabilirim.

**

Heidegger’in evi

Heidegger uzun yıllar Rötebuck Sokağı 47 Numara'daki evinde yaşadı. 4 numaralı tramvaya binip Hornusstraße’de iniyor ve elimdeki haritaya göre yürüyorum. Yaklaşık 1 kilometrelik bir yürüyüş sonrasında sokağa ulaşıyorum. Heidegger’in evi küçük bir bahçe içinde yerleşik iki katlı beyaz bir ev.



İçeri girip evini görme isteğim var, ancak burası bir müze değil. Üst kat pencerelerden biri açık ve önünde bir kadın görüyorum, evde birileri yaşıyor. Bahçesinin etrafında herhangi bir çit yok ama bahçenin tahtadan bir kapısı var. Fotoğraf çektikten ve çektirdikten sonra etrafa fazla rahatsızlık vermemek amacıyla oradan ayrılıyorum. Sırada Freiburg Üniversitesi var.

**

Nisan 1912’de Freiburg’a gelen Walter Benjamin, Heidegger’in aksine Freiburg’u hiç sevmemişti. Heidegger’le başka bir yazının konusu olacak kadar ilginç, inişli-çıkışlı bir ilişkisi olan Hannah Arendt, savaştan sonra 7 Şubat 1950’de Freiburg’a gelmiş, otelinden eski sevgilisi Heidegger’e bir not göndermişti:

“Buradayım”…

Notta sadece bu yazıyordu ve imza yoktu. 17 yıldan fazla bir zamandır hiç görüşmemişlerdi. Heidegger otele gelip görüştükten sonra ona “Martin Heidegger ve Hannah Arendt: Beş şiir” başlıklı bir dizi şiir gönderdi. Hannah Arendt, sonraki günlerde Heidegger tarafından evine de davet edilir. Heidegger’in karısı Elfriede, ikilinin 25 yıl önceki ilişkisini öğrenmiştir ve bunu öğrendikten sonra ilk defa karşılaşacaklardır. Üçlü buluşma sonunda Elfirede ile Hannah kucaklaşırlar; Heidegger bu uzlaşmadan dolayı çok duygulanır. Oysa H. Arendt, sonradan Heidegger’e, Elfride’ye sadece onun hatırı için katlandığını yazar. Arendt, Heidegger’in karısını “ölesiye aptal” bulmaktadır. H. Arendt’e göre bu evlilik basitçe “ayaktakımı ile seçkinler arasındaki birlik” idi. Ortasında M. Heidegger’in olduğu bu üçlü arasındaki çekişme hiç bitmez. Kocasının tek sevgili Hannah değildir. M. Heidegger, söylenene göre kadınların kolay âşık olduğu birisidir. Bunların bir kısmını Elfriede de bilir ya da öğrenmiştir. Elfriede’nin 2005 yılında kamuoyuna açıklanan sırrını da M. Heidegger bilir. Heidegger’in 1920 doğumlu ikinci çocukları Hermann’ın biyolojik babası Martin Heidegger değil, Elfriede’nin gençlik arkadaşı ve Hermann’ın vaftiz babası Friedel Cesar’dır. Elfriede bu sırrı, Hermann’a 14 yaşına geldiğinde söyler ve kendisi hayatta olduğu sürece kimseye söylememesi için yemin ettirir. Hermann 71 yıl boyunca bu sözünü tutar ve bu sırrını (Elfriede’nin sırrını) ancak 2005 yılında açıklar.

Heidegger'le ilgili bu ve benzeri onlarca magazinsel anekdot, günlük yaşamıyla ilgili detay okurken bütün bunların gerisinde tek bir konu hiç değişmeden durur: Heidegger’in Naziliği…

**

Heidegger bir Nazi miydi?

Evet Naziydi.

Bu konuda yeterince yazıldı, hemen her şey de ortadadır. “Heidegger, Nazileri destekledi mi?” diye bir soru günümüzde anlamsız bir sorudur. Müttefikler İkinci Dünya Savaşı'nı kazanıp Freiburg, Fransız kuvvetleri tarafından ele geçirildiğinde Nazi işbirlikçilerinin listeleri oluşturulmuştu. Heidegger “tipik bir Nazi” olarak listedeydi. Bugün bu konuda anlamlı bir soru nasıl olmalıdır? Bana göre henüz tüketilmemiş, üzerinde hâlâ konuşulabilecek soru şudur: bu çapta bir düşünce insanı böylesine bayağı bir suç aygıtını nasıl destekleyebilmiştir? Benzer bir soruyu Heidegger’in bir zamanlar yakın arkadaşı olan bir başka filozof Karl Jaspers sormuştur Heidegger’e:

Heidegger’in yanıtı ise tuhaf, anlaşılmaz, bana göre bir kıvırtmacadır: “baksana ne güzel elleri var”… “Kaba bir oduna kaba bir balta lazım... Bunlar Hitler için söyledikleridir. Ne kadar ontolojik değil mi ama!

Bu konuda öğrendiğim detaylar, kişisel olarak Heidegger’den iğrenmeme neden olmuştur.

Hitler’in, “kaderin ve tarihin kanunları tarafından yönlendirildiğini” söyleyen Heidegger’dir. Onu Almanya’nın kurtuluşu olarak görmüştür.

Heidegger’e göre “Varlık nihayet vasıl olmuştur, yeni bir gerçeklik vardır ve onun emrinde olmalıdır”.

“Varlığımızın kuralları öğretiler ve fikirler değildir. Bugünkü ve gelecekteki Alman gerçekliği ve onun kanunu sadece ve tek başına Hitler’in kendisidir.”

Bunlar Varlık ve Zaman’ın yazarının söylediklerinden birkaçıdır. Yaşamı boyunca Nazilerle olan ilişkisinde hiçbir pişmanlık belirtisi göstermemiştir. Ölümünden sonra yayımlanması için verdiği söyleşide bile bu konuyla ilgili hiçbir özeleştiri yoktur (2). Bu konudaki her yeni bulgu Nazilerle olan ilişkisinin sanıldığından daha köklü olduğunu desteklemektedir. 2016’da yayımlanan defterlerinde de bu konuda bir yığın kanıt vardır (3).

Heidegger’in Nazilerle olan işbirliği bir yanlış anlama, bir kandırılma değil apaçık bir tercihtir. Bir pislik, bir suç, bir toplu katliam, gaz odaları, dâhi bir filozofun dâhi görüşleriyle sarmalandığında pisliğinden alçaklığından ne kaybeder? Nazilik ile Heidegger’in ortalaması nedir?

**

Freiburg Üniversitesi

Gittiğimde yılbaşı tatili nedeniyle kapalı olduğundan etrafta pek az öğrenci vardı. Heidegger’in 1 yıl rektörlük yaptığı ve Nazi olmayan öğretim üyelerine kan kusturduğu üniversite burası.



E. Husserl’in Heidegger’e bıraktığı kürsü burada. Bütün akademik yaşamını tıpkı Husserl gibi burada geçirmiş. Freiburg Üniversitesi’ne Heidegger için gelmiş olsam da görür görmez aklıma ilk olarak Heidegger’in hocası Husserl’e yaptığı alçaklık ve K. Jaspers’in tuhaf öyküsü geliyor. Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı ithaf ettiği ve Heidegger’i Freiburg’a çağırıp ona kürsüsünü veren Husserl, Yahudi kökeninden dolayı açığa alınır ve üniversite kütüphanesini kullanması yasaklanır. Husserl, açığa alınmasını “hayatının en büyük hakareti” olarak niteler. Neden öyle hissetmesin? Bütün çocukları Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü olarak katılmış, kızı cephedeki bir hastanede çalışmış bir Almandı Husserl.

Heidegger, Husserl’e yapılanların hiçbirine ses çıkarmaz, bir kısmının da bizzat uygulayıcısıdır. Varlık ve Zaman’ın sonraki baskılarında, kitabın başındaki Husserl ithafını çıkarır. Husserl Nisan 1938’de öldüğünde cenaze törenine de gitmez.

Şimdi hepsi ölü. Husserl’in mezarı Freiburg’un biraz dışında bir kilisenin bahçesinde manzaralı bir yerde.



Heidegger, Husserl’den sonra 38 yıl daha yaşadı. Husserl, 2. Dünya Savaşı'nı görmeden, Yahudi katliamlarını ve toplama kamplarından muhtemelen habersizce, çok büyük bir olasılıkla da kırgınlık içinde öldü. Ölmeseydi şehirdeki birçok başka Yahudi gibi toplama kampına gönderilirdi. “Yapılmış alçaklıklar”dan, “”olası alçaklıklar”ı tahmin edecek olursak, yaşanmış alçaklıklardan olasılıklar evrenine doğru çizgiyi uzatacak olursak Heidegger, hocası Husserl’in toplama kampına gönderilmesine de çok büyük bir olasılıkla hiç ses çıkarmazdı.

Acımasız mıyım?

Heidegger çok acımasızdı.

Heidegger’e haksızlık mı yapıyorum?

Heidegger çok haksızlık yaptı.

İktidara biat ederken, Naziliği desteklerken, kitap yakma ayinleri yaparken, Nazi karşıtı öğretim üyelerini üniversiteden atarken hiçbir merhamet belirtisi göstermedi. Heidegger, onca yıkım, katliam ve acımasızlıktan hiç etkilenmedi. Savaş öncesinde ve bütün İkinci Dünya Savaşı boyunca bunalıma girdiği tek zaman, Freiburg’u teslim alan Fransız ordusunun evine el koyduğu zamandı. Heidegger, ancak o zaman bunalıma girmişti.

Fransız belgelerinde Martin Heidegger isminin karşısında şu yazmaktadır:

Tipik bir Nazi”…

Oysa Heidegger, “tipik bir Nazi” değildi, “tipik olmayan bir Nazi” idi. Müttefik kuvvetlerinin Nisan 1945’te Freiburg’a girmesi Heidegger’i rahatsız etmiştir. Bu aylar, bir zamanlar Heidegger’in en yakın arkadaşlarından biri olan K. Jaspers’in yaşamında ise bir dönüm noktasıdır. Nazileri hiç desteklememiş olan K. Jaspers, savaş boyunca Almanya’dan hiç ayrılmaz. Karısı Gertrude’un Yahudi olmasından dolayı tedirgin aylar-yıllar geçirir. Ders vermesi ve yayın yapması yasaklanır. Nihayet tedirginliği gerçeğe dönüşür ve sınır dışı edilecekler listesinde karısının ismi çıkar. Karısı 14 Nisan'da sınır dışı edilecektir. Amerikan Kuvvetleri 1 Nisan 1945’te şehre ulaşırlar ve bu ölüm yolculuğu gerçekleşmez. Heidegger için “bunalım kaynağı” olan şey, Jaspers ve karısı için bir kurtuluş olmuştur. Savaş sonrası Heidegger, Nazilerle olan bağlantısı nedeniyle sorgulandığında Jaspers, onun Nazilerle işbirliği yaptığını ortaya döker ve aleyhinde ifade verir. Jaspers’e göre Heidegger, Carl Schmitt ve Alfred Baumler “Nasyonel Sosyalist hareketin fikirsel liderliği için çaba sarf etmişlerdi.”

Savaş sonrasında üniversitede Nazi işbirlikçilerinin eski konumlarına geri dönmelerinin Jaspers’i çok öfkelendirdiği söylenir. Jaspers 1948’de Almanya’dan ayrılır ve İsviçre’nin Basel kentine yerleşir, Basel Üniversitesi’nde çalışmaya başlar. Ölümüne dek orada kalmasında herhalde bu öfkenin katkısı vardır. Jaspers’in mezarı bile Almanya’da değil Basel’dedir. Yaşamdaki duygular bazen ölümle son bulur. Küskün, kırgın, öfkeli bile olsa insan memleketine gömülmeyi vasiyet edebilir. Jaspers’in öfkesi yaşamının dışına taşmış olsa gerek. Jaspers’in mezarındayken aklıma Lord Byron’a mal edilen “solucanlarınızı bile beslemek istemiyorum” sözü geldi; Jaspers’in hissettiği böyle bir şey miydi acaba?

Bazılarına göre Heidegger’in Naziliğinin kökeninde karısı Elfriede’nin rolü vardır. Savaş sonrası Nazi etkisini yok etme komitesi'nin raporlarından birinde Elfriede Heidegger’in 1944’te siper kazan 'Zahringen’li kadınlara zalimce davrandığı, hamile kadınları bile siper kazmaya gönderdiği söylenmekteydi.

**

Varlık ve Zaman’dan Nazilik çıkar mı?

Hâlâ karar veremediğim, hakkında bazı kişilerin görüşlerinin olduğu ancak kesin olarak karar verilmemiş soru şu: Varlık ve Zaman kitabından Nazilik çıkar mı? Çıkar diyenler var (4), Habermas gibi tersini söyleyenler de… Nazilik, Heidegger’in felsefesinin mantıksal bir uzantısı mıydı? Yoksa Nazileri desteklemesi, Heidegger’in kendi kişisel iğrençliği miydi?

Bu konuda 30 yıldır araştırma yapan Emmanuel Faye’ye göre Heidegger’in Nazilerle olan ilişkisindeki sorun, “bir ara yanılgıya düşmüş birisinin yanlış angajmanı” değildir. E. Faye, Heidegger’in Nazizmin temellerini felsefeye ve kendi derslerine “isteyerek yerleştirdiğini” söyler.

Heidegger, “muhteşem bir eserin yaratıcısı olup da aynı masada bir kahve bile içmeye tahammül edemeyeceğiniz kadar kötü dâhiler kümesi”nin bir elemanı mıydı? Nazilik Heidegger’in kişisel bir kötülüğü müydü yoksa felsefesinin doğal bir sonucu muydu? Heidegger hakkındaki temel merakım hâlâ budur.

**

Hayatının bu kesitini okurken Heidegger’den öğrendiğim şu oldu: Alçaklığın zekâ, kapasite, bilgi dağarcığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Dünyanın en zeki, en yaratıcı insanı bile alçaklıkta çığır açabilir. Sıradan bir insana göre bu tercih potansiyeli göz önüne alınarak daha katmerli bir alçaklıktır. Nesnel ya da değil, kişi olarak Heidegger’e karşı hissettiğim duygu bu…

Heidegger gezisi sırasında bu alçaklığının kokusu nedeniyle sık sık beynimdeki “varsayımsal burnumu” kapatmak zorunda kaldım. Aklıma 3 yıl önce ziyaret ettiğim Auschwitz toplama kampı geliyor. Burnumu gene kapatıyorum.

**

Bu yazıda Heidegger’in felsefesi veya düşüncelerinin değerlendirmesi yoktur. Bu yazı, deyim yerindeyse bir “Heidegger magazini”dir. Yirminci yüzyılın en önemli düşünürlerinden Heidegger’in yaşamış olduğu şehre yaptığım 4 günlük bir yolculuk sonrasında Heidegger’in doğduğu kasaba, yaşadığı ev, üniversitesi, kitaplarını yazdığı ünlü kulübesi ve mezarı gibi Heidegger’in mekânlarını tanıtmaya ve okurlarla “Heidegger dedikodusu” yapmaya çalıştım.

Bu yazı bunları ziyaret ederken tuttuğum kişisel notlardır; son derece kişisel, tamamen izlenimlerden oluşan ve bilimsellik iddiasında olmayan bir yazıdır. Okurların bunları bilerek, bu gözlerle okumaları, yazıyla daha doğru bir ilişki kurmalarını sağlayacaktır.


Taylan Kara


VAR OLMA NOTLARI 2. BASKI


*Kurt Huber Almanya’da Nazilere karşı aktif olarak direnen tek filozoftur. 13 Temmuz 1943’te Naziler tarafından giyotinle idam edildi.


DİPNOTLAR

1. https://www.poetryfoundation.org/poems-and-poets/poems/detail/58209

2. http://web.ics.purdue.edu/~other1/Heidegger%20Der%20Spiegel.pdf

3. https://www.amazon.com/Reading-Heideggers-Black-Notebooks-1931-1941/dp/0262034018/ref=pd_sim_14_1?_encoding=UTF8&psc=1&refRID=5R81MHBHVY4XPXF2WRRN

4. Doğan Göçmen, Martin Heidegger, Nazizm ve Felsefe, Düşünbil 2016, 55. Sayı sf 15


YARARLANILAN KAYNAKLAR

  1. Hitler’in filozofları Yvonne Sherratt, Say Yayınları 2014

  2. Nazi Döneminde Bilim, Alan D. Beyerchen Say Yayınları 2015

  3. Heidegger ve Naziler, Jeff Collins, Everest Yayınları 2001

  4. Martin Heidegger Anılar ve Günlükler, Frederic de Towarnicki, YKY 2008

  5. Martin Heidegger’in kulübesi, Adam Sharr, Dergah Yayınları, 2016.

1.457 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page