top of page

AKADEMİ BİAT ETMEZ Mİ?

Güncelleme tarihi: 4 Ara 2023

Zaman zaman emperyalizme karşı en güçlü silah olduğuna inanılan beşeri bilimler eğitimine, açık bir şekilde, emperyalizmin güçlü bir silahı olarak el konmuştur. Shimon Naveh


Bazı Kısa Başlıklar

*Akademilere düşen şey tekelci kapitalizmin metropollerinde üretilen politikaların yerel sonuçlarıyla uyumlu bilgi üretmek ve uygulamalarını yapılandırmaktır.


*Türkiye ölçeğinde olan şey şudur: Batı sermaye sınıfının gözden çıkardığı yerel otoritelere sorun çıkarmak ya da ayak diremek, “akademinin biat etmemesi” gibi sunulmaktadır, hepsi bu.


*“Akademi biat etmez” derken “yerel ve güçsüz otoriteye” biat etmemesi kastedilmektedir. Yerel ve küçük otoritelerin hoyratlıklarına karşı evrensel ve büyük otoritenin politikalarını savunmak direniş değil bir başka düzeyde biattır.


*Akademi güçsüz ya da yerel olana biat etmez. Çünkü akademi kime biat edeceğini iyi bilir.


*Egemen sınıfın güncel ihtiyaçlarına uygun olan şey o ülkenin bir göçmen deposu olması ise o ülkenin akademileri göç, göçmen, mülteci araştırmaları üretir.


*Suriye’yi bombalayan savaş uçağının yakıt parasını veren de, “Türkiye bütün sığınmacılara vatandaşlık versin” diye çalışma yapan derneği fonlayan da aynı siyasettir.

Rakka’da “eşcinsel olmakla suçladıkları” kişileri binalardan atıp öldüren cihatçıları fonlayan da Türkiye’deki LGBT derneklerini fonlayan da aynı siyasettir.


**

Akademi biat etmez!

Bu cümle çok sık kullanılan ve ilk bakışta oldukça parlak gelen bir sözdür (2-5).


Bilgi, düşünce gibi ana çağrışımları ve yan çağrışımlarıyla, bilimin üretildiği bir kurum olarak akademinin hiçbir siyasal ya da düşünsel otoriteye biat etmeyip salt kendi iç dinamikleriyle çalıştığı sanılır ya da öyle olması beklenir. Oysa bu beklentinin olgularla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı gibi gerçeklik bunun tam tersidir.

Sanıldığının aksine akademinin temeli biat etmek üzerine kurulmuştur; bu bakımdan akademinin biat etmesi değil etmemesi bir anomalidir. Bu saptamada akademide çalışan her akademisyenin otoriteye mutlak bağlılık gösterdiği ya da otoriteye asla itiraz etmediği kastedilmemektedir. Bu, tek tek kişilerden, akademi içinde çalışan bilim insanlarının niyetlerinden bağımsız bir durumdur.

*

Akademi biat etmez. Belli bir yönüyle bu doğrudur, akademinin doğrudan biat etmesine gerek yoktur. Çünkü akademi biat üretir; akademi biat etmez, biat ettirir. Bu bağlamda akademinin daha etkili biat üretmesi için biat etmemesi ya da etmiyormuş gibi görünmesi gerekir.

2. Dünya Savaşı öncesi Nazi Almanyası’nda, üniversitelerde Nazileri en çok destekleyen bölümlerin başında felsefe bölümleri gelir (6).

Ancak bu durum, akademinin biat etmesi konusunda çok kaba ve dolaysız bir olgudur. Biat üretmesi derken bu denli kaba ve dolaysız ilişkiler kastedilmemektedir. Akademilerin, etkili ve biat ettirici ideolojiler üretebilmesi için iktidarlarla doğrudan bir biat ilişkisi içinde olmaması gerekir.

Akademinin biat etmesi ya da biat üretmesi derken vurgulanan şey, rektörlerinin yukarıdan atandığı, bir kararnameyle yüzlerce çalışanının işten atılabildiği türden bir akademik düzen kastedilmiyor. Aynı şekilde odaklanan şey, bütün akrabalarını kendi yönettiği üniversitesine aldıran, sıfır uluslararası yayını olan yöneticilerin yönettiği Türkiye’deki onlarca üniversite de değildir. Bu tür kurumlar, bir yargıda bulunmak için yeterince açık ve dolaysız olarak göz önündedir. “Akademi biat eder” derken verilecek örnekler bunlar olamaz. Bu olgularla bir akıl yürütme yapmak gereksizdir çünkü her şey apaçık ortadadır.


Buradakibiat üretme” derken kastedilen şey, dünyadaki entelektüel üretimin şekillenmesini ve yönlenmesini sağlayan düşüncelerin ve düşünce dünyasına yüklenen ideolojilerin üretimidir. Bu üretimler bağımsız ve kendiliğinden midir? Akademi kürsülerinde üretilen, yüzlerce sosyal bilim dergisi ve on binlerce makale ile bütün dünyaya yayılan düşünceler, kendiliğinden ve özgürce üretiliyorsa niçin bunların ezici bir çoğunluğu hep aynı yönü işaret etmektedir?

*

Bilginin akademi kürsülerinde üretilmesinin, onun doğruluğu için yeterli olmadığı açıktır.

Bilginin üretildiği kurumların tarihle sınanmış gülünç yanılgılarından öğrenmemiz gereken çok şey vardır. Türkiye’nin yakın tarihine göz attığımızda ülkenin en önemli akademisyenlerinin, sosyal bilimler alanındaki en yetkin kabul edilen isim ve kurumların, akademik uzantılarıyla birlikte feminizmin baskın damarlarının yakın zamana dek siyasal İslamcılığı desteklediğini görürüz.

Bu kişilerin bu tavrını, oldukça yaygın bir deyim olan “kullanışlı aptallık” olarak tanımlamak, yeterince açıklayıcı değildir.

Çünkü bu tanımlama, bu desteği kişisel bir düzlemde ele alıp bu desteğin ideolojik ve toplumsal arka planını gözden uzaklaştırmaktadır. Bu desteğin kaynağı ne aptallık ne de bilgi eksikliğidir.

Yakın geçmişte bu desteği veren akademisyenlerin bazıları kendi alanlarında son derece yetkin, dil bilen ve yayınları olan akademisyenlerdi. Prof.Dr. N. Göle’nin, alanında yetersiz olduğunu, sosyoloji ya da yabancı dil bilmediğini kim iddia edebilir?

Siyasal İslamcılığın ideolojik mutfaklarından biri olan Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde akademik bir eksiklik olduğunu kim iddia edebilir? Prof.Dr. Nükhet Sirman, Prof.Dr. Büşra Ersanlı ya da Prof.Dr. Baskın Oran’ın akademik olarak yetersiz olduğunu iddia etmek ne kadar gerçekçi olabilir?

Onlarca isim sayılabilir.

Peki o günün ideolojik iklimi neydi?

O dönem tekelci kapitalizmin ideolojik aygıtları, bu aygıtların etkilediği siyasal ve düşünsel kurumlar, ABD ve AB’nin yönelimi, Türkiye’deki büyük sermaye hep birlikte tereddütsüz aynı şeyi işaret ediyordu. O dönemin siyasal ve düşünsel rüzgârı o yönde esiyordu ve akademiler de buna uydu.

O dönem nasıl bir dönemdi?

Ekonomisti ülkenin kalkındığını söylüyordu. Siyasetçisi ülkenin demokratikleştiğini söylüyordu. O dönem siyasal İslamcılık üzerinde uluslararası ve ulusal tam bir uzlaşma vardı. Neocon da böyle düşünüyordu, ABD Dışişleri Bakanlığı da, Graham Fuller de. TÜSİAD da… Böyle bir iklimde sosyal bilimler de, akademiler de üzerine düşeni yapıyordu hepsi bu. Entelektüel iklim böyleydi. Dönem Cumhuriyeti gömme İslamcıları yüceltme dönemiydi. Bunları çeşitli gerekçelerle söyleyemeyenler ise 2000’li yıllardan önceki 80 yılda ülkenin gelişmemişliğini, antidemokratikliğini ve toplumsal gerilimleri vurguluyordu. Cumhuriyetin ta baştan beri içerdiği, birçoğu zaten bilinen ve ortaya konmuş olan bütün zayıf noktaları ve kırılganlıkları, siyasal İslamcılığın iktidarına giden yold asfalt olarak döşeniyordu.

O dönem sermaye sınıfı bütün kurumlarıyla siyasal İslamcı hareketi destekliyordu. O dönemin siyasal ve düşünsel rüzgârı o yönde esiyordu ve akademinin bütün cephanesini bu yönde harcaması doğaldı. Çeşitli gerekçelerle bu destek sona erdiğinde akademilerdeki bu yönelim de buna paralel olarak değişti.

Böyle bir siyasal ve düşünsel iklimde sosyal bilimler alanında siyasal İslamcılığı destekleyen yüzlerce akademik makalenin çıkmasında şaşılacak bir şey yoktur. Akademinin işi bu topraklarda rüzgâr üretmek değil zaten esen rüzgârı beslemektir; ya da rüzgârla aynı yönde esmektir.

*

Tekelci kapitalizmin güncel çıkarları, ulus devletleri dönüştürmeyi gerektiriyorsa akademiler ulus devlet karşıtı olur. Yok eğer o coğrafyada ulus devletin güçlenmesi gerekiyorsa akademilerde bununla uyumlu çalışmalar yapılır ya da yapılmış olanlar öne çıkartılır.

Örneğin egemen sınıfın güncel ihtiyaçlarına uygun olan şey o ülkenin bir göçmen deposu olması ise o ülkenin akademileri göç, göçmen, mülteci araştırmaları üretir.

Tekelci kapitalist sistem belli bir ülkeye “göçmen deposu” olma rolü mü vermiştir; o ülkenin entelektüelinin rolü ırkçılığa karşı çıkmak, halkların kardeşliğini savunmak, göçmen karşıtlığını mahkum etmek ve göçmenlerin entegrasyonunu savunmaktır. Bu sayılanların her biri kendi başına bakılırsa elbette doğrudur ve önemlidir. Burada vurgulanan şey bu doğruların kendisi değil araçsallığıdır. Bu doğrular, doğru ilkeler oldukları için değil baştan belirlenmiş bir politikanın topluma yerleşmesi için savunulmaktadır.

Örneğin, barışı savunmak ya da savaş karşıtlığı elbette olumlu bir şeydir. Ancak 2. Dünya Savaşı’nda Stalingrad Cephesi’nde savaşan Sovyet askerlerine karşı “barışı telkin eden” bir Nazi askerinin gerçekten savaş karşıtı olduğunu düşünmek hiç de mantıklı değildir.

Tekelci kapitalist sistem bir ülkeye “göçmen deposu” olma rolü vermişse o ülkede akademisyen göç çalışır, sosyolog toplumdaki “ontolojik ırkçılığı” teşhir eder, gazeteci yerel toplumun da aslında göçmen olduğunu keşfeder. Yönetmen, göçmen dramıyla ilgili film yapar ve o film ne olursa olsun bir festivalde mutlaka ödül alır. Bu göçmen politikasının toplumda yarattığı rahatsızlık, salt ırkçılık çerçevesi içinde tutularak bastırılır.

Tekelci sermaye sisteminin güncel ajandası yarın değiştiğinde bütün bunların hepsi sil baştan yenilenecektir.

**

“Bağımsız Çorum Devleti” ve Akademi!

Öyle bir şey oldu ki tekelci kapitalizm yarın politika değiştirdi ve (tuhaf bir örnek olsun diye) Çorum’un bağımsız bir devlet olmasını öngören bir politikayı uygulamaya geçirdi.

Böyle bir durumda sosyal bilimlerin çeşitli bölümleri bir anda 10 bin yıllık kadim Çorum tarihini keşfeder ya da daha önce yapılmış bu tür çalışmaları açığa çıkarırdı.


Orta Anadolu’nun kadim halkı Çorumluların ”iğrenç Tokatlılardan” ve “pis Amasyalılardan” ne kadar farklı olduğu yazılırdı.


Hamburg Üniversitesi’nde “Çorumca”nın lehçeleri çalışılırdı; “Çorumca”nın Anadolu’da konuşulan Türkçe, Kürtçe, Lazca, Ermenice, Farsça gibi hiçbir dile benzemediğini “Çorumca”nın aslında Aryan bir dil olduğunu söyleyen makaleler yazılırdı.


Berlin’de “geç paleolitik antik Çorum prehistoryası” ile ilgili sempozyumlar düzenlenirdi.


“Bağımsız” tarihçiler Heinrich Böll Vakfı’nın destekleriyle bağımsız (!) araştırmalar yapıp çorbanın Çorum’da icat edildiğini, çorabın bütün dünyaya Çorum’dan yayıldığını keşfederdi.


İsveç Lund Üniversitesi’nde “Politics and Society of the Middle Anatolia (Orta Anadolu Siyaseti ve Toplumu) bölümü”, İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nde “Faculty of Humanities, Arts and Social Sciences” bünyesinde “Department of Chorumology” bölümü kurulurdu. Bu bölümlere Çankırılıların asimilasyonundan kaçan “Çorumolog” akademisyenler gelirdi.


Metis ya da Ayrıntı Yayınları’ndan “Üç tarz-ı siyasette Çorumsallık: Leblebi, mekân, karbüratör” gibi adlarla kitaplar çıkardı.


“Queering the Çorum or Çoruming the Queer; Either or Both: An Intersectional Aapproach (Çorum’u Kuirize Etmek ya da Kuiri Çorumlaştırmak; Ya veya Hem: Kesişimsel Bir Yaklaşım)” gibi başlıklarla makaleler çıkardı.


Etrafta “Çorum çalışıyorum” diyen akademisyenlerin danışmanlığında “O. Pamuk romanlarında Çorum imgelemleri” diye tezler yazılırdı.

Bu örnek uzatılabilir, bu konuda birçok başka örnek verilebilir.

*

Akademiler, üniversiteler ve sosyal bilimler alanındaki enstitüler, dünyada kültür ikliminde baskın olan düşünce ve felsefeleri olduğu gibi alan kurumlardır. Çünkü bu kurumlar çok açık bir şekilde egemen ideolojinin mutlak hâkimiyeti altındadır.

Egemen ideolojinin bu alanlar için öngördüğü çerçeve son derece nettir. Sosyal bilimler alanında üretilen literatürde hemen hemen daima sadece önceden belirlenmiş olan belli sonuçlara ulaşmaya izin vardır; bu çerçevenin dışında kalan sonuçlara ulaşmak önerilmez ve teşvik edilmez, ulaşılırsa çok daha zor yayımlanır, yayımlanırsa da görmezden gelinir ve asla ana akım eğilimi etkilemez. Bu alanlarda çalışılması için kaynak aktarılan konular ve bu konuların nasıl işlenmesi gerektiği son derece açıktır. Terry Eagleton’ın örneğini verirsek çalışma nesnesi “beden” ise üzerine çalışılacak konu “açlık çeken beden” değil “erotik beden”dir.

*

21. yüzyılda apaçık olan olgu şudur: Bilgiye egemen olan tereddütsüz olarak sermaye sınıfıdır. “Egemen ideoloji egemenlerin ideolojisidir” cümlesi, bu kitap serisi boyunca bazen bu sözcüklerle bazen de başka sözcüklerle, doğrudan ya da dolaylı olarak sayısız defa tekrarlanmaktadır. Bu saptama, hep hatırlanmak zorundadır.

Akademiler de bilgi üreten ve kullanan kurumlar olarak açıkça bu sınıfın ihtiyaçlarına uygun bilgi üretir.

Bu bilgi üretimi bazen doğrudan bazen de çalışmaların fonlanmasıyla olur. Alman Devleti’nin fonladığı bir çalışmada o konuda Alman Devleti’nin politikası aleyhine bir sonucun çıkması olanaklı mıdır? Bütçesinin %99’unu bizzat Alman Devleti’nin sağladığı Heinrich Böll Vakfı, Alman Devleti’nin politikasına aykırı bir çalışmayı nasıl destekleyebilir? Böyle bir şey hiç olmamıştır, olamaz. Ensar Vakfı tarafından fonlanan bir çalışmada hükümet aleyhine bir sonuç çıkması olanaklı mıdır? Ensar Vakfı için geçerli olan şeyin H. Böll Vakfı için geçersiz olduğunu düşünmek için nedeniniz nedir?

Elbette H. Böll Vakfı’nın desteklediği çalışmalarda kullanılan metodoloji muhtemelen doğru, çalışmayı yapan kişiler muhtemelen alanlarında yetkin ve çalışma da muhtemelen gereğine uygun şekilde yapılmıştır. Ancak bu tür çalışmalar ne kadar yetkin, geçerli ve kendi içinde tutarlı olursa olsun, Alman Devleti’nin politikasının bir uzantısı olduğu gerçeğini değiştiremez.

Tekelci kapitalizmin kurumlarının kendi politikalarını güçlendiren ve destekleyen akademik çalışmaları fonlaması yıllardır süregelen bilindik bir politik tutumdur.

*

“Ne Var Ne yok” Yöntemi

Bu konuda örnekler verelim. Afgan mültecilerle ilgili 2021 yılında Göç Araştırmaları Derneği bünyesinde Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Doç.Dr. Didem Danış’ın koordinatörlüğünde yapılan “İstanbul’un Hayaletleri: Prekaritenin Sınırındaki Afganlar” başlıklı bir çalışma yayımlanmıştır (7).

Çalışmanın sonunda öneriler 3 alt başlıkta toplanmıştır:

-Uluslararası topluluğa öneriler

-Sivil topluma öneriler

-Türkiye’nin yöneticilerine öneriler


Çalışmanın sonucunda Türkiye’ye yapılan 12 maddelik önerilerin bazıları şöyledir:


-Yasal yollarla Türkiye'ye gelmek isteyen Afganların vize başvuru sürecini yeniden değerlendir ve böylece canlandır, düzenli göçün önünün aç.


-Düzenli göçü teşvik etmek için geçici iş sözleşmeleri veya diğer döngüsel göç şemaları kullanılmalıdır.


-Sivil toplum ile adli yardım sağlayan uluslararası kurumlarla işbirliğini güçlendirerek iltica başvuru prosedürlerindeki engellerin kaldırılmasına öncelik verilmesi.


-Tüm insanların hakları ve ihtiyaçları korunmalı; ve göçmen ve mülteci toplulukları için uluslararası geri göndermeme ilkesi her koşulda desteklenmelidir.


-Göçmenlerin ve mültecilerin hareket özgürlükleri, kayıtlı iller dışında çalışma ve seyahat etmelerine izin verilerek genişletilmelidir.


-Hem İstanbul Büyükşehir Belediyesi hem de ilçe belediyeleri hemşehri kavramını göz önünde bulundurarak Afganların hizmetler ve sosyal yardımlara erişim engelleri üzerinde rol almalıdır.

*


Uluslararası topluluğa yapılan 9 maddelik önerilerin bazıları ise aşağıdadır:

-Afganların geçiş ve hedef ülkeleri olan Türkiye, İran ve Pakistan’daki geçiş süreçlerini izleyin.


-Türkiye, İran ve Pakistan teknik ve finansal olarak desteklenmeli.


-Avrupa Birliği, Afganlar için finansman planlarını yeniden gözden geçirmeye davet edilmelidir.”


-Mevcut siyasi sığınma sisteminin eksiklikleri ortadan kaldırılmak üzere yeniden gözden geçirilmelidir.”

*

Aktif Görmemek

Bir metinde ne yazdığı kadar ne yazmadığı da önemlidir ve o metne dâhildir.

Örneğin birine “10’a kadar say” dediğinizde 1, 2, 3, 4, 5, 7, 8, 9, 10 diye sayıyorsa,

“İkişer ikişer say” dediğinizde 2, 4, 8, 10, 12… diye sayıyorsa,

“Üçer üçer say” dediğinizde 3, 9, 12, 15 diye sayıyorsa burada rastgele bir unutma söz konusu değildir.

Yukarıdaki saymada da sırası geldiği halde üzerinden atlanan 6 sayısı aktif olarak görülmemektedir. Bir şey, tam sırası gelmişken, tam da olması gerektiği yerde değilse, bir şeyin üzerinden sürekli atlanıyorsa orada aktif bir görmemek vardır.

Görmemek görmenin bir biçimidir. Bir şeyin sürekli üstünden atlamak aslında onun altını çizmektir.

Yukarıdaki araştırmayı da bu bakış açısıyla inceleyelim. Bu çalışmada neyin olup neyin olmadığına bakalım.


Örneğin şöyle bir öneri VARDIR:

Yasal yollarla Türkiye'ye gelmek isteyen Afganların vize başvuru sürecini yeniden değerlendirin ve böylece canlandırın; ve düzenli göçün önünü açın.


Ama şöyle bir öneri YOKTUR:

Yasal yollarla Avrupa Birliği ülkeleri’ne gitmek isteyen Afganların vize başvuru sürecini yeniden değerlendirin ve böylece canlandırın; ve düzenli göçün önünü açın.


Yine Türkiye için şöyle bir öneri VARDIR:

Düzenli göçü teşvik etmek için geçici iş sözleşmeleri veya diğer döngüsel göç şemaları kullanılmalıdır.

Ama bu öneri AB ülkeleri için YOKTUR.


Türkiye için aşağıdaki öneri VARDIR:

Sivil toplum ile adli yardım sağlayan uluslararası kurumlarla iş birliğini güçlendirerek iltica başvuru prosedürlerindeki engellerin kaldırılmasına öncelik verilmesi.

Ama bu öneri AB ülkeleri için YOKTUR.


Tüm insanların hakları ve ihtiyaçları korunmalı; ve göçmen ve mülteci toplulukları için uluslararası geri göndermeme ilkesi her koşulda desteklenmelidir.

Bu öneri Türkiye’ye yapılan öneriler arasında VARDIR ama AB ülkelerine yapılan öneriler arasında YOKTUR.

Aşağıdaki öneri sadece Türkiye’ye yapılmaktadır, AB ülkelerine yapılmamaktadır:

Göçmenlerin ve mültecilerin hareket özgürlükleri, kayıtlı iller dışında çalışma ve seyahat etmelerine izin verilerek genişletilmelidir.

*

Bu çalışma tamamen Afganların Türkiye’ye transferi ve bu ülkede kalması üzerine kurgulanmıştır. Çalışmanın hiçbir yerinde Avrupa Birliği’ne giden ya da yerleşen bir Afgan öngörülmemektedir. Çalışmayı yapanlar sanki AB ülkelerine gitmek isteyen hiçbir Afgan yokmuş gibi Türkiye’ye yaptığı önerilerin hiçbirini Avrupa Birliği ülkelerine yapmamaktadır.

Uluslararası topluluğa öneri olarak verilen dokuz maddenin tamamı göçmenlerin Türkiye’ye transferinin sağlıklı yapılmasını denetlemek ve bu transferin fonlanması üzerinedir.

Bu çalışmayı bir cümlede özetlersek “Afganlar Türkiye’ye gelsin, iltica etsin ve kalsın; AB ülkeleri de Türkiye’ye para versin” diyebiliriz.

Bu sonuç Avrupa Birliği ve ABD’nin bu konudaki güncel politikasıyla harfiyen uyum içindedir.

Bu akademik çalışma, George Soros’un 2015’te yazdığı “rebuilding the asylum system” adlı makalenin yerel bir uyarlamasıdır (8).

Buna şaşırmalı mıyız? Bu sonuç ve önerilerde şaşılacak bir şey yok çünkü bu çalışmanın başında bu araştırmanın İsviçre elçiliği tarafından finanse edildiği belirtilmektedir.

(7)

*

Bu örnek istisna değildir. Bu konuda yapılmış sayısız çalışmanın hepsi aşağı yukarı hep aynı sonuca ulaşmaktadır.

2019 yılında Dr. Doğuş Şimşek tarafından yapılmış “Türkiye’de Mülteciler Bağlamında Sosyal Uyuma İlişkin Tesbit ve Öneriler” başlıklı çalışmada önerilen şey şudur (9):


-Mültecilere, daimi ikamet gibi güvenli ve dayanıklı bir yasal ikamet statüsü verilmelidir.


-Türkiye'nin, mültecilerin, bulundukları ülkede beş yıl, daha az veya daha fazla benzer ikamet süresi içinde vatandaşlığa kabul edilmeye uygun olmalarını sağlamak için devlet uygulamalarının yanı sıra mülteci ve vatandaşlık mevzuatının da gözden geçirilmesi gerekmektedir. Böylece, vatandaşlık hakkını elde etmek için belirtilen kriterlere sahip olmayan mültecilerin de bu hakka erişmeleri sağlanarak entegrasyonun temeli oluşturulmuş olacaktır.

*

Göç politikasının sonuçlarıyla ilgili toplumda homurtular başlayınca hemen bunlara karşı medya devreye girer. Göçmenlerin güvenlik sorunu oluşturmadığı ve aslında suç işlemediği öne çıkarılır.

(10)

Sığınmacıların piyasaya çok iyi uyum sağladığı haberleri yazılır.(11)

Bu tür tepkiler, ilgili ilgisiz tamamen ırkçılık olarak ele alınıp bastırılır. Elbette göçmenlere karşı ırkçılık yapılır ve elbette göçmen karşıtlığı kötü bir şeydir. Ama burada ırkçılık karşıtlığı gibi görünen tavır tamamen araçsaldır.

Onlara göre “Bütün Suriyelilere ölüm” diyen de ırkçıdır, “ülkeye alınan insanların kaydı tutulsun” diyen de ırkçıdır. Amaç o ülke/toplum ya da coğrafya için öngörülen işlevin sorunsuzca yerine getirilmesidir.

Bu amaçla o toplumu, öngörülen işleve hazır hale getirmek ve bu politikalara karşı toplumdaki tepkiyi kırmak için göçmenler/sığınmacıları sempatik gösteren haberler 3-4 yıl öncesine ait olsa bile arşivlerden çıkarılır ve tekrar sunulur.

Aşağıdaki haber 2019 yılına aittir:

“Pakistanlı mühendislik öğrencileri ABD’de 10 bin dolara satılan biyonik protezleri 2 bin dolara üretti.”(12)

DW Türkçe adlı haber kanalı 2019 yılına ait bu haberi 2022 yılında sanki yeni bir habermiş gibi tekrar vermektedir. (13)

Yukarıda örnekleri verilen çalışmaların bazı ortak noktaları vardır. Bu çalışmaların neredeyse tamamı Friedrich Ebert Vakfı, Heinrich Böll Vakfı ya da çeşitli Avrupa Birliği ülkeleri tarafından doğrudan fonlanmaktadır.


Göç ve mülteci politikalarının doğrudan tarafı olan bu vakıf ve ülkelerin parasal desteğiyle üretilen bu çalışmaların tarafsız olma olasılığı var mıdır?


(14-17)

*

Göç Araştırmaları Derneğinin “Türkiye’deki Suriyeli Göçmenlerin Emek Piyasasına Entegrasyonu”, “Suriyeli Mültecilerin Kırılgan Hayatları: Göç, Vatandaşlık ve Türkiye’de Geçici Koruma” gibi başlıklarla düzenlediği birçok etkinlik, IFEA (Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü) adlı bir kuruluş tarafından desteklenmektedir. Aşağıda bu etkinliklerin bazılarının afişleri görülmektedir.

(19-22)

IFEA (Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü) adlı kuruluş kendi sitesinde “biz kimiz?” başlığı altında kendini şöyle tanımlamaktadır:

“Fransız Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak çalışan IFEA, Fransa’nın denizaşırı araştırma merkezlerindendir”


(23)

Kendi ifadesiyle “Fransız Dış İşleri Bakanlığı’na bağlı olarak çalışan” ve “Fransa’nın denizaşırı araştırma merkezlerinden” biri olan bir kuruluşun desteklediği bir etkinliği “bağımsız” “tarafsız” ya da “siyaset üstü” mü kabul edeceğiz?

Örneklerin sayısını arttırmak mümkündür.

F. Ebert Vakfı ve H. Böll Vakfı’yla ilgili detaylar Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme kitap serisinin 3. Cildinde detaylı olarak verilmiştir. Tekrar olmaması için sadece şu bilgi verilecektir:

F. Ebert Vakfı Alman Sosyal Demokrat Parti’ye (SPD) bağlı ve bütçesinin %98’ini Alman Devleti ve Eyaletlerinin verdiği bir vakıftır (24).


(24)

H. Böll Vakfı Alman Yeşiller Partisi’ne (GRÜNE) bağlı ve bütçesinin %98’ini Alman Devleti ve Eyaletlerinin verdiği bir vakıftır (25).

(25)

2023 yılı için söylenecek olursa bu iki parti Almanya’da iktidardaki koalisyonun 3 partisinin çoğunluğunu oluşturmaktadır. Yani şu an Almanya’yı bu iki parti yönetmektedir. F. Ebert ve H. Böll Vakfı, şu an Almanya’da iktidarda olan iki partiye bağlı iki kuruluştur.

*

Bir an için düşünelim: Almanya’da şu anda iktidardaki iki partiye bağlı olan ve bütçesinin %98’ini Alman devletinin karşıladığı bir vakıf Türkiye’deki mültecilerle ilgili akademik çalışmaları fonluyor ve konusu ne olursa olsun bu çalışmaların hepsinin sonucu öyle ya da böyle aynı çıkıyor:

Mülteciler Türkiye’de kalsın, oraya entegre olsun, ne yapacaklarsa orada yapsın ve Avrupa Birliği ülkelerine gelmesin.

Fransız Dışişleri Bakanlığı’na bağlı kuruluşun da İsviçre Elçiliği’nin desteklediği çalışmaların hepsi nedense (!) hep aynı politika ve aynı sonuçlar üzerinde birleşmektedir.

Bu çalışmalardan başka bir sonuç çıkması olanaklı mıdır?

Politika zaten baştan bellidir; tekelci kapitalizmin metropol ülkelerinin mutfağında hazırlanmıştır ve roller verilmiştir. Akademilere düşen şey bu politikaların sonuçlarıyla uyumlu bilgi üretmektir. Sosyal bilimlere düşen şey bu politikanın teorisini yapmak ve uygulamalarını yapılandırmaktır.

Bu politikaların sonunda diyelim ki Türkiye’ye 20 milyon mülteci mi girmesi bekleniyor? Akademi, bu politikaya uygun bilgiyi üretmekte ve toplumu bu politikalara hazırlamaktadır. Bu politikalara karşı oluşacak her türlü tepki ise marjinalleştirilip sadece ırkçılık çerçevesinde ele alınmaktadır.

*

Peki burada sorun nedir? Sorun bu tür araştırmaları politika üstü ve tarafsız çalışmalar gibi görmektir.

Yukarıda sözü edilen çalışmalar çoğunlukla metodolojik olarak sorunsuz çalışmalardır. Bu çalışmaları yapan akademisyenler bu işin uzmanıdır. Bunlarda hiçbir sorun yoktur. Sorun bu çalışmaların desteklenme amacı ve bu çalışmaları belli politikalarla uyumlu olmasıdır.

Bu çalışmaların ortak noktası, tekelci sermaye sisteminin Suriye savaşı programıyla tam tamına uyumlu olmasıdır.

Suriye’yi bombalayan savaş uçağının yakıt parasını veren de, “Türkiye bütün sığınmacılara vatandaşlık versin” diye çalışma yapan derneği fonlayan da aynı siyasettir.

Rakka’da “eşcinsel olmakla suçladıkları” kişileri binalardan atıp öldüren cihatçıları fonlayan da Türkiye’deki LGBT derneklerini fonlayan da aynı siyasettir.

*

Bütün bunlar göz önüne alındığında yazının başında söz edilen “biat etmeme” iddiası nereden çıkmıştır?

Akademilerin daha büyük otoriteye biat etmek için küçük otoritelere biat etmediği sık sık görülür.

Türkiye ölçeğinde olan şey şudur:

Batı sermaye sınıfının gözden çıkardığı yerel otoritelere sorun çıkarmak ya da ayak diremek, “akademinin biat etmemesi” gibi sunulmaktadır, hepsi bu.

Yerel ve küçük otoritelerin hoyratlıklarına karşı evrensel ve büyük otoritenin düşüncelerini savunmak direniş değildir. “Akademi biat etmez” derken “yerel ve güçsüz otoriteye” biat etmemesi kastedilmektedir. Günümüzün büyük ve evrensel otoritesi olan Batı sermaye sınıfının ideolojik otoritesine biat etmediği ise hiç görülmemiştir.

Yerel ve küçük otoritelerin hoyratlıklarına karşı evrensel ve büyük otoritenin politikalarını savunmak direniş değil bir başka düzeyde biattır.

Akademi güçsüz ya da yerel olana biat etmez. Çünkü akademi kime biat edeceğini iyi bilir.

Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme 5. Cilt




Taylan Kara

taylankara111@gmail.com

Kaynaklar

1.

6. Alan D. Beyerchen, Nazi Döneminde Bilim, Say Yayınları, İstanbul, 2015.

16.https://tr.surveymonkey.com/r/F3D9YXD (Erişim tarihi: 25.05.2023)

23. https://www.ifea-istanbul.net/index.php/tr/(Erişim tarihi: 25.05.2023)

25. https://www.boell.de/en/who-we-are (Erişim tarihi: 25.05.2023)



616 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page