top of page

AB ve ABD FONLARIYLA ZİHİN İTHALATI VE DÜŞÜNCE İKLİMİNİN DÖNÜŞÜMÜ

Güncelleme tarihi: 21 Tem 2023


(Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme 3. Cilt)


Not: Hamlet okuduğunuzu sanıyorken birden alfabenin bilinmediğini fark ediyorsunuz.

Bu yazı "alfabeyi hatırlatma" yazısıdır. Hatırlamak isteyenlere.


*Fonlanmanın ne sakıncası vardır?

*Fonlayanlar niçin o kadar parayı verir?




AB ve ABD FONLARIYLA ZİHİN İTHALATI VE DÜŞÜNCE İKLİMİNİN DÖNÜŞÜMÜ

Sivil Toplum Kuruluşu, “Non-Governmental Organisation(NGO)”nun karşılığıdır ve şöyle tanımlanır:

“Sivil Toplum Kuruluşları bütün hükümetlerden bağımsız organizasyonlardır (1).”

Hükümetlerle ilişkili olmayan ve bağımsız…

Adı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) milyonlarca liralık yardımıyla gündeme gelen kuruluşlar, örneğin bağlantıdaki habere göre İBB’den 30.5 milyon TL kaynak aktarılan Ensar Vakfı bir sivil toplum kuruluşu mudur? (2,3)

Haberde adları geçen bu ve benzeri vakıfların devletin çeşitli kurumlarından milyonlarca lira destek aldığı bilinmektedir. Esasen parayı veren de, parayı alan da, bunları izleyen de bu para akışının gerekçelerinin farkındadır. Bu vakıflara “bu parayı alsalar da para aldıkları kurumlardan bağımsız hareket ediyorlar” denebilir mi?

Çoğu kişi bu soruya olumsuz yanıt verecek ve bu kuruluşlara devlet kurumlarından yardım aldıklarından dolayı bağımsız olmadıklarını savunacaktır.

Hükümetler ya da devletlerle ilişki içinde olan ve devletler tarafından fonlanan kuruluşlar “Non-Governmental Organisation (NGO)” olarak tanımlanamaz ya da tanımlanacaksa olsa olsa “Governmental Organisation (GO)” olarak tanımlanmalıdır. Burada “hükümet devletten farklıdır” ya da “devletle ilişkili ama hükümetle ilişkisiz kuruluşlar olabilir” gibi itirazların pratikte hiçbir geçerliliği yoktur ve “hükümet” ile “devlet” kavramlarının tamamen örtüştüğü ve özdeşleştiği ülkelerde ise bu iddialar oldukça gülünçtür.

*

Yukarıdaki NGO/STK tanımında “bağımsızlık” kavramı kilit kavramdır ve bu nedenle “sivil toplum kuruluşu” olarak tanımlanan birçok kuruluş, özellikle “bağımsızlık” vurgusunu yapmaktadır.

“Bağımsız”, “özgür”, “tarafsız” sözcükleri ABD veya AB fonları ile beslenen proje ve kuruluşların metinlerinde en çok geçen 3 sözcüktür.

İddia şudur:

“Paralarını alıyoruz ama görüşünü yansıtmıyoruz.”

Kendi internet sayfasında yazdığına göre 2001-2010 yılları arasında yabancı ülkelerin büyükelçilikleri ve uluslararası vakıflardan 2.5 milyon (iki buçuk milyon) eurodan fazla “destek” alan “bianet” adlı haber sitesinin adındaki “b” harfi, “bağımsız”ın kısaltmasıdır! Bu kuruluşlardan 2.5 milyon euro para alıp bağımsızlıktan söz etmek muhtemelen bir şaka olmalıdır. “Bağımsızlık” buysa “bağımlılık” kim bilir nasıl olurdu!



(4)

Örneğin “Karakutu Derneği” adlı kuruluşun “ilkelerimiz” başlığının ilk maddesi şöyledir:

“Devletlerden, hükümetlerden ve siyasi partilerden bağımsızlık (5).”

Ancak yine aynı sayfada destekçilerimiz bölümde ise yardım aldığı kuruluşları sayar:

Friedrich Ebert Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Açık Toplum Vakfı vs.




*

Türkiye’de STK diye tanımlanan dernek, vakıf vb. kuruluşların gelir kaynakları incelendiğinde,

Şu kuruluşlar özellikle dikkat çekmektedir:

Heinrich Böll Vakfı,

Friederich Ebert Vakfı,

Rosa Luxemburg Vakfı,

Konrad Adenauer Vakfı,

Friedrich Naumann Vakfı.

*

Heinrich Böll Vakfı, kendi sitesinde “Alman Yeşiller Partisi’ne yakın, bağımsız politik bir sivil toplum kuruluşu” olarak tanımlanmaktadır (6).

Friedrich Ebert Vakfı, Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile ilişkilidir (7).

Rosa Luxemburg Vakfı, kendi resmi internet sitelerinde “Alman Sol Parti ile bağlantılı” olarak geçmektedir (8).

Konrad-Adenauer Vakfı’nın sitesinde kendisini şöyle tanımlamaktadır:

Almanya Hristiyan Demokrat Birliği’ne (CDU) yakın olan siyasi bir dernektir (9).

Friedrich Naumann Vakfı Alman Hür Demokrat Parti (FDP) ile ilişkili bir kuruluştur (10,11).

*

Özetle bu vakıfların her biri Almanya’da şu anda iktidarda bulunan da dâhil olmak üzere aktif siyasetin içinde olan siyasal partilerle ilişkili kuruluşlardır.

Friedrich Ebert Vakfı’nın gelirinin kaynağı kendi internet sitelerine göre aşağıdaki gibidir:

· 2015: Toplam gelir: 166 milyon €. 162 milyonu Alman Devleti, 2.7 milyonu Almanya eyaletleri tarafından verilmektedir (12).

· 2016: Toplam gelir 168 milyon €. 163,3 milyonu Alman Devleti’nden, 2.9 milyonu Alman eyaletlerinden gelmektedir (13).

· 2017: Toplam gelir: 177.5 milyon €. 174 milyonu Alman Federal Devleti ve Eyaletlerinden gelmektedir (14).

· 2018: Toplam gelir: 183 milyon €. 181 milyonu Alman Federal Devleti ve Eyaletlerinden gelmektedir (15).

Kısacası Friedrich Ebert Vakfı’nın gelirinin %98-99’u Almanya Devleti tarafından karşılanmaktadır.

*

Konrad Adenauer Vakfı’nın 2009 yılındaki 120 milyon €’luk bütçesinin 118.5 milyonu Alman Devleti ve Eyaletleri tarafından sağlanmıştır. Bu oran yaklaşık %97’sine denk gelmektedir (16).



(17)

Rosa Luxemburg Vakfı’nın 2013 yılındaki 46 milyon 553 bin €’luk bütçesinin 46 milyon 512 bin €’sunu Alman Devleti vermektedir (18).



Özetle Alman Komünist Partisi önderi R. Luxemburg’un adına kurulan vakfın gelirlerinin %99’u Alman Devleti tarafından karşılanmaktadır.

Heinrich Boell Vakfı’nın sitesinde vakfın geliriyle ilgili şunlar yazılıdır:

“Gelirimizin ana kaynağı Alman Federal Hükümeti ve Avrupa Birliği’dir (19).”

*

Görüldüğü gibi yukarıda adı geçen her bir vakfın bütçelerinin neredeyse tamamı Almanya Devleti tarafından verilmektedir.

Alman Hristiyan Demokrat Partisi siyasal bir kuruluş mudur? Adından da anlaşılacağı gibi “siyasi bir parti”dir yani siyasaldır.

Her biri Alman siyasetinde aktif olarak faaliyet gösteren ve Almanya’da iktidarda ve muhalefette olan siyasal partilere bağlı, bütçelerini Alman Devleti’nin karşıladığı kuruluşların, bu ilişkilerden bağımsız olduğu düşünülebilir mi?

Siyasi partilere bağlı olup, “siyasi olmamak”, devletten fon alıp “devletten bağımsız olmak” her halde gülünç bir iddia olur. Kısacası bu vakıflar, siyasi kuruluşlardır ve Alman Devleti’nden bağımsız değildir.

*

Alman Devletinin verdiği yüzbinlerce euro ile “muhalefet yapılması” ya da Avrupa Devletlerinin büyükelçiliklerinden para alan sivil toplum kuruluşları, artık pek kimseyi şaşırtmamaktadır.

O kadar ki örneğin KAOSGL adlı kuruluş Türkiye’deki LGBT kuruluşları için fon rehberi yayımlamıştır.


(20)

Bu Fon Rehberinde derneklere para veren kuruluşlar arasında şunlar vardır:

Açık Toplum Vakfı,

ABD Büyükelçiliği,

Freedom House,

Almanya Büyükelçiliği,

İngiltere Büyükelçiliği,

Hollanda, Kanada, İsveç, İsviçre, Norveç Büyükelçilikleri,

Freidrich Ebert Vakfı,

Heinrich Böll Vakfı

Konrad Adenauer Vakfı,

Friedrich Naumann Vakfı.

*

Fon Rehberinde ABD Büyükelçiliği için şu açıklamayı yazmaktadır:

Bu kuruluş yıllardır birçok farklı programıyla toplumsal cinsiyet ve LGBT Hakları alanında projeleri desteklemiştir.

Bu listedeki Freedom House için ise açıklama şudur:


Bu kuruluşun nasıl bir “sivil örgüt” olduğu kitabın “Sivil Toplum Kuruluşu” CIA ile Fikir Özgürlüğünü Savunmak! başlıklı bölümünde anlatılmıştır.

O bölümde yazan şu cümleyi hatırlamak yeterlidir:

Böyle bir kuruluş “sivil toplum kuruluşu” ise Pentagon ya da CIA da bir sivil toplum kuruluşu sayılmalıdır!

*

“Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD)” adlı kuruluşun internet sitesinde, kuruluşun ilkeleri arasında “heteroseksizme, patriyarkaya, militarizme karşı olmak” ve “bütün çalışma alanlarında emekten yana olmak” sayılmaktadır.



(21)

Bu tür ilkeleri olan derneğin destekçileri ABD Büyükelçiliği, Friedrich Ebert Vakfı, Heinrich Böll Vakfı’dır (22).

ABD Büyükelçiliği ve Almanya “heteroseksizme, patriyarkaya ve militarizme karşı olduğunu” ifade eden ve “emekten yana” olduğunu belirten bir kuruluşu niçin desteklemektedir?

“ABD Büyükelçiliği başka ABD hükümeti başka” mıdır yoksa!

Dünyanın en çok silah satışı yapan, 100’den fazla ülkede üssü bulunan ABD militarizme karşı mı? Kapitalizmin bütün dünyadaki bir numaralı uygulayıcısı ABD heteroseksizme, patriyarkaya ve militarizme karşı olup emekten mi yanadır?

Almanya, Türkiye’deki “heteroseksizmi” ve “patriyarkayı” niçin kendine sorun eder?

*

Bu kuruluşların desteklediği fonlar, birçok kuruluş ve derneğe on binlerce euro destek vermektedir. Bu “fon furyası”nın doğurduğu kaçınılmaz bir sonuç olarak neredeyse hepsi son birkaç yılda kurulan, garip ve zorlama isimleri olan, bazıları sadece bir isim ve bir cep telefonundan ibaret onlarca dernek dikkat çekmektedir. Bunlardan örnekler:

Uçan Süpürge Vakfı,

Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği,

Hayat Sende Derneği,

Başka Bir Okul Mümkün Derneği,

Alan Savunması.org,

Pembe Karetta Derneği,

Pardon,

Demir Leblebi Kadın Derneği,

Yaşam Alanı Derneği,

Siyah Pembe Üçgen Derneği,

Piramit LGBT Oluşumu,

Queer Adana,

Malatya Homofobi ve Transfobi Karşıtı Gençlik İnsiyatifi,

Sende Gülümse Derneği (“Sen de” değil “Sende”),




*

Bu ve benzeri kuruluşların tek tek faaliyetleri bu yazının ilgi alanı dışındadır. Buradaki vurgu, bütün bu ilişkilerin ürettiği iklimdir. Hiç gevezelik yapmadan, kılçıklı dil kullanmadan, dünyadaki en eğitimsiz, en bilgisiz insanın bile soracağı şu basit soruyu soralım:

Bu paralar bu kuruluşlara niçin veriliyor? Bu devletler milyonlarca dolar/euro harcamayı niçin yapıyor?

Biri sokakta size 100 TL verse ne düşünürsünüz?

Niçin AB, ABD büyükelçiliği, Ford Vakfı, bütçesinin tamamını Alman Devleti’nin karşıladığı vakıflar bu kuruluşlara on binlerce/yüz binlerce euro ya da dolar veriyor?

Alman Devleti niçin Adana’daki eşcinsellerin ya da Malatya’daki trans bireylerin sorunlarını kendine dert edinir? Bu ülkeler çok mu şefkatlidir?

Bu devletler aptal mı? Paraları bol da para mı saçmak istiyorlar?

Bunca fonun verilme amacı nedir? Bu tür dernekler niçin desteklenir, nasıl hiç yoktan yaratılır ve bunlar nasıl bir düşünsel işçilik yapar?

Bu soruları yanıtlamak için Amerikalı yazar James Petras’ın 90’lı yıllarda “Latin Amerikalı Aydınların Dönüşümü” başlıklı makaleyi incelemek gerekiyor (23).

1990’da yazılan ve Latin Amerika aydınlarına verilen yabancı fonları konu alan bu makale, sanki bugünün Türkiye’sini anlatmaktadır. J. Petras’ın makalesindeki dikkat çekici başlıklar özetle şöyledir:

· 20 yıl önce yabancı fonlarla desteklenen aydın bulmak neredeyse imkânsızken 20 yıl sonra DESTEKLENMEYEN aydın bulmak imkânsızdır.

Bu fonların desteğiyle diktatörlükler hakkında yapılan araştırmaların içeriği dikkat çekicidir:

· Bu diktatörlüklerin Batı Avrupa ve Kuzey Amerika elitleri ile olan ekonomik ve askeri bağlantılarından çok, onun siyasal açıdan baskıcı yönüne odaklanmaktadır. Devletin uyguladığı şiddet, sınıf egemenliğinin ifadesi, sınıf mücadelesinin bir parçası ya da sınıf şiddeti olarak değil, insan hakları ihlalleri çerçevesinde ele alınmaktadır. Böyle ele alındığında sorun “liberal demokrasi” ile “askeri diktatörlük” arasında bir çatışma gibi yansıtılabilmektedir.

· Geçmişte Latin Amerika’nın emperyalizme ve kapitalizme karşı yürütülen siyasal ve toplumsal mücadele ile doğrudan bağlantısı olan yazarları, gazetecileri ve siyasal iktisatçıları vardı ve bunlar entelektüel kesimin diğer bileşenlerinin davranış normlarını da inşa etmişlerdi.

· …Yeni aydın kuşağının temel sorunu, en kolay erişilebilir yabancı fon kaynağından akacak büyük miktardaki paranın en iyi nasıl güvence altına alınacağıdır.

· Geçmişte organik aydınlar, kendi kendine yeten, kendini finanse eden bir entelektüel varoluş için mücadele etmekteydi. Ülkelerinin ekonomik iniş çıkışlarını yaşadılar ve bunun acısını çektiler. Bugün enstitülü (fonlarla desteklenen) aydınlar yerel ekonomik koşullardan bağımsız olarak elde edilen gelirlerle dışa bağımlı bir ortamda yaşıyor ve üretiyorlar.

· Bugünün enstitülü aydınları geçmişin organik aydınlarına tepeden bakıyor, hor görüyorlar. Onları “ideolog” olarak değerlendiriyor ve kendilerini “Sosyal Bilimci” olarak yansıtıyorlar. Enstitülü bu sosyal bilimciler, bir önceki kuşak kadar ideolojik kökenlidir. Onların “bilim”i, seçilmiş elitler, özel piyasalar ve toplumsal mühendislik dünyasının hizmetine sunulmuş durumdadır. Onlar, emperyalizm karşıtı siyaseti unutulmuş diller mezarlığının ücra bir köşesine sürgüne gönderen ideolojik bekçilerdir.

· Enstitülü aydınlar, toplumsal mücadeleyi aydınlatan emperyalizm, sosyalizm, halk iktidarı ve sınıf mücadelesi gibi bir dizi anahtar kavramı sözlüklerden sildi. Bu kusursuz formülasyonların yerine enstitülü aydınların kavramsal aygıtları olarak “katılım”, “borç sorunu” ve “toplumsal sözleşme” gibi kavramlar getirildi.

· Büyük Avrupa ve Kuzey Amerika banka/şirketlerinin, yoğun biçimde artı değer transfer ettiği Latin Amerika ülkelerinde, bugünkü emperyalizmin sömürü teorisini ve pratiğini derinleştirecek ve bu pratikleri açığa vuracak, dışarıdan fon alan tek bir araştırma merkezi yok her nedense. Bunun yerine, yan çizme dilini ve üzerini örtme sosyal bilimini buluyoruz. Sorun bize “ödemeler dengesi” ya da “borç sorunu” olarak yansıtılmaya çalışılıyor. Enstitü aydınları borç sorununu “samimi” ve zekice, sınıf politikasından ve dahası sınıf mücadelesinden soyutlayan bir yaklaşım benimsiyorlar.

· Onlara üstünlük sağlayan yerden bakınca, sınıflardan tecrit edilmiş “devletler” ve bunların temasta olduğu diğer “devletler” var sadece.

· Geniş açıdan bakıldığında, enstitü aydınlarının bugünkü gücü ve organik aydınların gerilemesi, kültürel bir karşı devrimdir, büyük bir gerilemedir.

· Enstitü aydınlarının ortaya koydukları siyasal seçenekler ve Latin Amerika’nın 80’lerdeki gerçekliği arasında hiçbir bağlantı yoktur.

*

“Bu kuruluşlara bunca para niçin veriliyor?” sorusunu J. Petras böyle yanıtlamaktadır. Özeti de özetleyecek olursak Latin Amerika’da fonlanan bu kuruluşların şu özellikleri dikkati çekmektedir:

· Toplumsal sorunları “emek-sermaye” ya da “sınıf çelişkisi” ekseninde değil “baskı-insan hakları”, “demokrasi-diktatörlük” ekseninde ortaya koymak.

· Ekonomik ve sosyal olarak bulunduğu toplumla ilişkisiz, tamamen dışarıya bağımlı bir entelektüel iklim oluşturmak.

· “Emperyalizm”, “kapitalizm”, “sınıf” gibi sermaye için tehlikeli kavramların yerine “katılım”, “borç sorunu” ve “toplumsal sözleşme” gibi tehlikesiz kavramları yerleştirmek.

· Sosyal bilimler alanını sermaye için tehlikelerden arındırmak.

**

Bu makalenin ne zaman yazıldığı belirtilmese kolaylıkla yeni yazılmış gibi düşünülebilir.

Yaklaşık 30 yıl önce Latin Amerika için yazılmış bu makale sanki bugünün Türkiye’si için yazılmış gibidir. Yukarıda söz edilen her şey bugün için de fazlasıyla geçerlidir.

*

Toplumsal Sorunları Kadın-Erkek Karşıtlığı ile Okumak

Bazı örnekler üzerinden gidelim.



(24)

8 Mart 2019’daki yürüyüşten


Sloganlar şunlardır:

“Emek hırsızı erkekler”

“Evde bakım hizmeti, iş yerinde eşitsiz maaş! Erkekler hayatımızı çalıyor!”

Sayısız örnek verilebilir.

Bir ifadenin ne söylediğini anlamak için her şeyden önce neyi söylemediğine, arkasında neyi gizlediğine bakmak gerekir.

Bu pankartlara göre “emek hırsızı” olan sermaye, patronlar, kapitalistler, sermaye sınıfı değil erkeklerdir.

Yine bu pankartlara göre “işyerinde eşitsiz maaş verenler” ve ”kadınların hayatlarını çalanlar” patronlar, kapitalistler, işverenler ya da sermaye değil “erkekler”dir.

Bu durumda fabrikada günde 10 saat asgari ücretle çalışan erkek bir işçi, bu fabrikanın sahibi olan Güler Sabancı’nın emeğini çalmaktadır.

Soma kömür madeninde ayda 2000 TL’ye çalışan erkek işçi, bilmem kaç milyon dolar serveti olan “iş kadını” Leyla Alaton’un hayatını çalmaktadır!

Kadınları sömüren patronlar, sermayedarlar, kapitalistler değil erkeklerdir. Ortada işçiler, işverenler, sermayedarlar değil erkekler ve kadınlar vardır.

(25)

Sorunu ele alırken karşıtlık hangi eksen üzerinde kuruluyor? Toplumdaki çelişki “emek-sermaye” ekseninde değil “kadınlık-erkeklik” ekseninde tanımlanmaktadır ve kötü taraf olan erkeklik bir suçtur! Ezen-ezilen karşıtlığının içi “kadın-erkek” olarak doldurulmaktadır.

Son derece somut ekonomik ilişkiler ağı, son derece somut bir sömürünün failleri artık buhar olup uçmuştur; yerine “erkekler” gelmiştir.

Emek-sermaye çelişkisi yoktur artık; kadın-erkek çelişkisi vardır. Tam da bu karşıtlığı gizlemek için ikame edilen bir karşıtlıktır bu.

(26)

Bu pankarttaki bakışa göre Diyanet’in kötü tarafı “erkek olması”dır. Dincilik, gericilik, siyasal İslamcılık gibi şeyler yoktur; Diyanet “erkek” olmasa, bütün sorun çözülecektir!

*

Toplumdaki devasa eşitsizlik ve sömürü “kadın-erkek karşıtlığı” olarak tanımlandığında sermaye, patron, kapitalist, sınıf vs. gibi kavramlar buhar olup uçmuştur. Bu mantığın kaçınılmaz sonucu da aşağıdaki gibi olacaktır:

(27)

Artık “her kadın” iyi tarafta, “her erkek” karşı taraftandır.

Örneğin yüz milyonlarca dolar serveti olan Leyla Alaton’un bir televizyon programında “asıl taşhak kadınlarda” gibi bir ifade kullandığı için gülünç zorlamalarla övülmesinde hiçbir sakınca yoktur; ne de olsa o bir kadındır (28).

Yazar yazısının başında, karşı çıktığı argümanları sıralarken ilk sırada “kahrolsun kapitalizm” argümanını saymakta ve karikatürize etmektedir. Çünkü yazara göre Leyla Alaton, o servetini “bireysel emek, birikim ve deneyimiyle” elde etmiştir!

(29)

Bu bakış açısına göre bir kapitalist eğer kadın ise serveti, emek sömürüsü, sınıfsal konumu veya iktidara olan yakınlığının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan kadın olmasıdır.

*

Konu “kadın-erkek” olunca dolar milyoneri bir kadına övgüler dizmek solculuğa ve feministliğe hiçbir zarar vermemektedir.

L. Alaton kadın olması nedeniyle ezilen taraftadır; ayın sonunu zor getiren işçi erkek olması nedeniyle ezen taraftadır. Karşıtlık “kadın-erkek” olarak kurulduğunda iktidarın destekçisi bir insan, sırf kadın diye desteklenebilir.

Emek hırsızı olanlar patronlar ya da kapitalistler değil “erkekler”dir.

Salt kaba sınıf güdüleriyle bile olsa asla sempati duyulmayacak bir patrona sempati yaratan böyle bir öğreti kadar sermaye sınıfının işine yarayan kaç öğreti vardır?

Kapitalistlerin kadın olanlarını, milyonlarca insanın gözünde “ezilen” ve “mağdur” göstermek, pek az düşünceye nasip olabilecek bir şeydir.

Muhalif entelektüel enerjinin çok büyük bir bölümü burayı beslemektedir. Sol düşünce, böylesine ters yüz edici bir öğretiye karşı kesinlikle savunmasızdır; karşı olanlar bile dili son derece özenle kurmakta, itirazlar mırıldanarak söylenmektedir.

*

(30)

(31)

Bolivya’da darbe ile indirilen solcu başkan Evo Morales’in yerine “İncil saraya geri döndü” diyen Jeanine Anez getirilmiştir. Başkanlık sarayına elinde büyük boy İncil ile gelen J. Anez,

yerlilerin şeytani ayinlerinden kurtulmuş bir Bolivya hayal ediyorum, şehirler ‘Kızılderililer’ için uygun değil, onlar dağlarda yaşasa daha iyi olur” diyecek kadar ırkçı ve gericidir.

E. Morales seçimle iktidara gelmiş sosyalist bir “erkek”tir.

J. Anez, darbeyle iktidara getirilmiş ırkçı, gerici bir “kadın”dır.

Yaşama emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakan ve emeğin tarafında olan bir kişi, bunlardan E. Morales’i destekleyecektir.

Yaşama, kadın-erkek çelişkisi üzerinden ve feminizmin yukarıda tanımlanan hâliyle bakan bir kişi ise kadın olduğundan dolayı J. Anez’i destekleyecektir.

*



(32)

Belediye seçiminde İstanbul’un iki belediye başkanı adayının tartışmasında itiraz edilen şey moderatörün niçin kadın olmadığıdır. Bu mantığa göre moderatör bir kadın olursa (örneğin, iktidara verdiği destekle bilinen Nagehan Alçı) olursa sorun çözülecektir!

“Niçin hiç kadın yok?”

Bu eleştiri 40 farklı şekilde yapılabilir:

“2 erkek… Niçin kadın yok?”

“2 Türk… Niçin Süryani yok?”

2 heteroseksüel… Niye eşcinsel yok?

2 heteroseksüel… Niye trans yok?

Niçin hiç Çorumlu yok?...

Bu eleştiri şekli asla tüketilemez. Burada sınıf ya da yurttaş yoktur; asıl olan mikrokimliklerdir.

Bütünlük değil parçalar vardır; bir insan 40 parçaya, 80 milyon insan, 500 milyon parçaya bölünmüştür.

*

“Bilimsel bir konuda makale hazırlarken ya da tez yazarken yaptığın literatür taraması sonuçlarında atıf yaptığın makale, kitap, çalışmaların sahiplerinin cinsyetlerine bakıyor musun? makaleyi yazarken 23 erkeğe karşılık sadece 11 kadına atıf yapmışım, düzelteyim diyor musun? (33)

Bu soruya Amerika’da sosyal bilimler alanında çalışan bir akademisyen şu yanıtı vermiştir:

Evet. Benim çevremdeki pek çok akademisyen (hem yazar hem editör seviyesinde) buna özen gösteriyor. Bir diğer hassasiyet noktası: syllabus. Ders okumalarını seçerken yazarlarının cinsiyet ve diğer demografiklere göre temsiliyetine dikkat ediyoruz.


(33)

Bu akademisyen, bilimsel bir makale yazarken, atıf yapılan yayının yazarının cinsiyetine dikkate ettiğini söylemektedir. Kaynaklarda kadın cinsiyetinin az olmasının bir ayrımcılık olduğu iddia edilmektedir. Bu tavır, haklı olarak şu soruları doğurmaktadır:

Atıf yapılan makale yazarlarının ırklarına da bakılıyor mu? Siyah ve sarı ırk yeterince temsil ediliyor mu?

Atıf yapılan makale yazarlarının dinlerine de bakılıyor mu? Müslüman, Şintoist, Sih ve Budistler yeterince temsil ediliyor mu?

Atıf yapılan kaynaklarda yeterince LGBT bireyin olmasına dikkat ediliyor mu?

Bu listeyi uzatabiliriz. Bu tavra karşı yukarıdaki soruların sorulması son derece meşrudur.

Bu tavır, “ayrımcılık yapmamak” amacıyla yapılan bir saçmalıktır. Bir bilimsel makalede atıf yaparken, makalelenin bilimsel içeriği dışında “cinsiyet ve demografik özellikler”i dikkate alırsanız, onlarca başka “demografik özelliği” de dikkate almak zorunda kalırsınız. Ne yaparsanız yapın, yaptığınız şey bir başka ölçekte ayrımcılık olacak, “temsil edilmeyen bir demografik özellik” mutlaka bulunacaktır.

*

Yukarıda verilen bütün örnekler, toplumsal sorunları değerlendirirken kurduğunuz karşıtlığın doğal sonuçlarıdır. Özetle karşıtlığı nereden kurarsanız sonuçlarınız buna göre olacaktır.

Karşıtlığı “erkek-kadın” olarak tanımladığınızda, açıklamalarınız gizlemeye yaramaktadır.

Karşıtlığın asla “kapitalizm-sosyalizm” ya da “emek-sermaye” olarak kurulmaması, hepsinde karşıtlığın “demokrasi-diktatörlük”, “devlet-sivil toplum” karşıtlığı olarak kurulması, bu kuruluşların değişmeyen ortak özelliğidir.

*

Buna sınıf körlüğü diyenler olabilir. Bu oldukça saf ve yanlış bir bakıştır. Bu sınıf körlüğü değildir tersine keskin bir sınıf bakışı; bir sermaye sınıfı bakışıdır. Emeğin bakışını körleştiren her şey, sermaye sınıfının keskin görüşüdür. Dünyada emeği savunuyormuş gibi görünen ancak sermaye sınıfının icraatlarını bu denli gizleyen pek az ideoloji vardır.

*

Toplumla İlişkisiz Entelektüel İklim Yaratmak

Bir diğer konu fonlanan kuruluşların, içinde bulunduğu toplumla ilgisiz, tamamen dışarıya bağımlı bir entelektüel iklim oluşturmasıdır. Bu kuruluşların yazdığı metinlerinde ithal kavram ve tanımlamaların cirit attığı görülecektir.

Çünkü büyük bir kısmı bir yerlerden alınıp olduğu gibi çevrilmektedir. Kavramları alırken eleştirel bir yaklaşım yoktur; hiçbir süzgeçten geçirilmeden olduğu gibi alınmaktadır.

(34)

Örneğin bol bol fonlanan derneklerin birinde “ana akım vatandaş tanımı”, “beyaz”, “Sünni”, “erkek”, “militarist” olarak verilmektedir.

Bu tanımlamanın, Amerika’daki “ana akım vatandaş tanımı” olan WASP (White, Anglo-Saxon, Protestant) (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) ifadesi ile benzerliği dikkat çekicidir. Ancak şu soru akla gelmektedir: Amerikan toplumundaki “makul vatandaş”ı tanımlarken “beyaz ırk” vurgusunun işlevi vardır çünkü orada beyaz olmayan (siyah ırk, sarı ırk ) ve tarihsel olarak ayrımcılığa uğramış milyonlarca insan yaşamaktadır. Peki, Türkiye’de “beyaz” demenin anlamı nedir? Türkiye’de beyaz olmayan (siyah ya da sarı ırk) bir insan topluluğu mu vardır? “Sünni”, ya da “erkek” diyerek “Alevi”den ya da “kadın”dan ayırt edebildiğiniz için bu sözcüklerin bir işlevi vardır. Ancak “beyaz” nedir?

“Beyaz”, bir ithal ezberdir. Batıda üretilen bir metinden alınmış, üzerinde bir saniye bile düşünülmeden çevrilip yazılmıştır.

*

Yine bu derneklerin birinin Kanadalı bir feminist gruptan alıp çevirdiği “doğru kelimeleri kullanmak” başlıklı kılavuzunda “Ne yaparsanız tecavüze uğramazsınız?” alt başlığı vardır.

(35)

Bu başlıkta “adalete ulaşmak için kurumsal engellerle karşılaşmazsanız polisi arayın” ifadesinden sonra parantez içinde engelle karşılaşabileceği varsayılan grup veya kişiler sayılmaktadır:

Yerli halka mensup biriyseniz, beyaz olmayan bir kişiyseniz, engelli biriyseniz, trans veya kuir iseniz, bir seks işçisiyseniz, Müslüman bir kadınsanız, peçe takıyorsanız, gençseniz, alt gelir grubundansanız, evsizseniz, oraya yeni gelmiş biriyseniz, kırılgan bir göç statüsündeyseniz, işitme engelli iseniz… anladınız siz onu.

Buradaki “yerli halk”, “beyaz olmayan kişi” gibi ifadeler başka bir toplumda hazırlanmış bir kılavuzun çevirisi olduğu gerekçesiyle açıklanabilir.

Aynı bölüme, 2019’da “Türkiye toplumuna yerelleştirilen örneklerin verilmesi amacıyla eklenmiştir” notu ile şu kısım eklenmiştir:

“türbanlıysanız, gayri müslimseniz, etnik kimliğiniz farklıysa...”

(36)

2019 yılında Türkiye’de “adalete ulaşmak için kurumsal engelle karşılaşacak gruplar” sayılırken “türbanlı” diye bir kategori oluşturmak ne anlama gelmektedir? Derneğin iddiasına göre 2019’da Türkiye’de “türban takmayan” bir kadın, taciz-tecavüz durumunda kurumsal engelle karşılaşma risk grubu içinde değilken “türban takan” bir kadın böyle bir engelle karşılaşma riskine sahiptir.

*

AB/ABD fonları ile AB/ABD’den kavram-tartışma ithal ederken zaman zaman çevirmeye bile gerek duyulmamaktadır. Örneğin “trans-exclusionary radical feminist”in (trans dışlayıcı radikal feminist) kısaltması olan “TERF” sözcüğü, hiç çevirme zahmetinde bulunulmadan olduğu gibi kullanılmaktadır.

*

Yurtdışındaki akademi ve düşünce kuruluşlarında üretilen birçok kavram, bu kuruluşlar aracılığıyla hızla yaygınlaştırılmıştır:

TERF, mansplaining, gaslighting, cis…

Bunların çevrilmesine bile zahmet edilmemektedir. Bu kavramların detayına girilmeyecektir.

*

Zihin İthalatçılığı ve Kavram Değiştirmek/Yerleştirmek

Fonlanan kuruluşların önemli bir işlevi, sistematik bir şekilde ve ısrarla belirli kavramları ve görüşleri yerleştirmek ve aynı anlama gelmek üzere belirli kavramları da unutturmaktır.

Kadın hareketinin başlangıcı tamamen sosyalist harekete paraleldir. Dünya 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’nün ilk ortaya çıkması ve dünyaya yayılması sosyalistler tarafından gerçekleştirilmiştir. İlk olarak Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Alman Marksist Clara Zetkin tarafından önerilmiş ve kabul edilmiştir. 1960’lı yıllara kadar esasen sosyalist hareketler tarafından ve komünist ülkelerde kutlanmıştır. Bu yıllarda kadın hareketinin renginin kızıl olması bu açıdan doğaldır.

Ancak bugün bu renk kızıl değil mordur. Bugün kadın hareketinin baskın kuruluşları istisnasız olarak mor rengi kullanmaktadır.

(37)



8 Mart 1914’te Almanya’dan bir poster



(38)



Günümüzden kadın hareketinden bir sembol

(39)



2020 yılındaki bir afiş

*

Bu kuruluşların kullandıkları kavramların, siyasi atıflarından arındırılmış, siyaset dışı renklerde olması özellikle dikkat çekicidir. Örneğin “eylem” sözcüğü, tarihsel geçmişi ile değerlendirildiğinde politik olarak yüklü bir sözcüktür ancak “aktivite” sözcüğünün bu türden politik bir yükü yoktur.

“Devrimci” sözcüğü, “devrim”e atfıyla, “eylemci” sözcüğü tarihsel çağrışımlarıyla siyasi tanımlamalardır; ancak “aktivist” sözcüğü, bu tür “kötülüklerden arındırılmış” bir sözcüktür.

“Plan” ya da “planlama”nın çağrışımları yerine “proje” gibi “tertemiz” bir sözcük kullanılır.

“Sınıf” sözcüğü tu kakadır, onun yerine bol bol “kimlik” sözcüğü kullanılır.

“Örgüt” sözcüğü kriminalize edilmiştir, onun yerini “platform”, “inisiyatif”, “girişim” gibi “zararsız” sözcükler almıştır.

Artık sosyal veya mesleki hak ve emek ekseninde örgütlenen “demokratik kitle örgütleri” yoktur, bunun yerine mikrokimlikler eksenli “sivil toplum kuruluşları” vardır.

Bu fonlarla beslenen kuruluşların literatüründe, “devrim”, “devrimci”, “eylem”, “eylemci”, “plan”, “sınıf” sözcükleri “out”tur!

“Aktivist”, “aktivite”, “proje”, “kimlik” ve benzeri sözcükler ise “in”dir!

Artık karşı çıkılan şey “kapitalizm” ya da “sermaye” değil, ilgili ilgisiz her yerde rahatça kullanılan “patriyarka”dır. Artık bireyleri “sermaye” değil “heteronormativite” ezmektedir.

Uzun süreçte muhalefetin dili dönüşmüş, dönüştürülmüştür. Bu dönüşümü anlamak için L. Althusser’in saptamasını hatırlamak gerekir:

“Felsefe, kelimeler üzerinde sınıf mücadelesidir.”

Sözcükler ve kavramlar üzerindeki bu dönüşümün çerçevesi budur.

*

Bu kuruluşların diğer bir faaliyeti de daha önce yokken imal edilmiş bazı kavram ve görüşleri yaygınlaştırmaktır.

Bu kavramlardan bazıları “seks işçisi”, “natrans”, “HIVfobi”, “cis kadın”, “normatifliği yıkmak”, “ikili cinsiyet sisteminin yıkılması” vs.

*

Yine fonlanan bu kuruluşların sistematik olarak savunduğu görüşlerden bazı örnekler verelim.



“HIV statümü paylaşmak zorunda değilim”

Bu görüşe göre HIV pozitif bir kişi, bunu hiç kimseyle paylaşmak zorunda değillerdir; ne doktorla, ne hemşireyle ne de cinsel partneriyle.



(40)

*

“Seks için trans kadınları tercih etmemek transfobidir.“



(41)

*

“Biyolojik cinsiyet bir kurgudur”

Bu görüşe göre sadece toplumsal cinsiyet değil aynı zamanda biyolojik cinsiyet de bir kurgudur.




*

Bu kuruluşlar, yaşamlarını sürdürebilmek için bedenini satmak zorunda kalan ve sömürünün en vahşi hâlini yaşayan insanları “seks işçisi” olarak adlandırmaktadır.


Bakınız: Seks İşçisi Tanımı Doğru bir tanım mıdır?


*

Yüzbinlerce dolar fonlanan bu kuruluşların ürettiği sözlüklerde “natrans” diye bir sözcük vardır (42).



(43)

“Na trans”, “trans olmayan bireyler” için kullanılan bir ifadedir.

Böyle bir kavram niçin üretilir?

Örneğin Türk- “NaTürk”, Çorumlu-“NaÇorumlu”, Alevi-“NaAlevi”, “penisli-napenisli”, “altıparmaklı-naaltıparmaklı”…

“NaTürk” kavramı, “Türk” kavramını her şeyin ortasına alma durumudur; dünyada “Türkler” ve “NaTürkler” vardır!

Buradaki tanımda da cinsel tanımlamada merkezde olan şey “trans” olma hâlidir. Dünyada iki tip insan vardır: “Translar” ve “Natranslar”…

*

Biyolojik cinsiyeti ile toplumsal cinsiyeti birbiriyle uyumlu kadınlar için kullanılan tanımlama “Cis kadın”dır. Kadın veya erkek değil de “cis kadın” veya “cis erkek” diye kullanılması, “trans kadın” ve “trans erkek”lerin varlığıyla gerekçelendirilmektedir.

Bu kuruluşlara göre cinsiyet “beyana dayalı” bir şeydir; biyolojiye dayalı ya da maddi bir kaynağı yoktur.

*

“Fobi”, bu görüştekilerin en çok kullandığı “son ek”tir. “HIV pozitif olmanın bir hastalık olmadığı” iddia edilmekte, “HIV risktir” demek “HIVfobi” olarak tanımlanmaktadır.

(44)

(45)




Gelinen boyut tıbbın ve bilimin inkarıdır. Bir konuda 100 milyon kanıt olmasının hiçbir değeri yoktur; kafalarındaki “teori”ye uymayan her olgu yok sayılmaktadır. Bu iddianın “bilimsel verilere aykırı” olduğu hatırlatıldığında ise “tıp zaten heteronormatif ve fobik” denmektedir.

*

Yazının en başındaki soruya tekrar dönelim: Bu kuruluşlara bu kadar para yardımı yapan devletler ve onlara bağlı vakıflar, bu parayı niçin vermektedir?

Herkesin bildiği bir saptamayı tekrar ederek yazıyı sonlandıralım:

Tekelci kapitalist devletler ve onların desteklediği “sivil toplum kuruluşları” bir tek dolarını/eurosunu bile boşa vermez. Para veren ideolojisini de verir.

Bunu anlamak için çok değil sadece karikatürdeki fare kadar düşünmek yeterlidir.



(46)

Yukarıdaki verilerle birlikte değerlendirildiğinde bu fonların boşa verilmediği ortadadır.

Amaç, toplumun düşünce dünyasını belirli yönlere doğru dönüştürme, düşünce iklimini yönetme ve yönlendirmedir. Bu amaç yeterince başarılı bir şekilde uygulanmış ve uygulanmaktadır.

AB ve ABD fonlarıyla desteklenen kuruluşlar, Türkiye’deki entelektüel dünyada ciddi bir şekilde baskınlık göstermektedir. Bu kuruluşların ürettiği metinler, oluşturduğu ya da yaydığı kavramlar, düşünce dünyasını önemli ölçüde şekillendirmektedir. Yabancı fonların desteğiyle “düşünce üretmek” Türkiye’deki en yaygın entelektüel faaliyettir.

*

Türkiye’de hiçbir haklılık başlığı boş bırakılmamıştır; kadın, LGBT, etnik kimlik, cinsel kimlik, diğer kimlik mağduriyetleri… Esasen son derece meşru bir zemine dayanan, milyonlarca insanın mağdur olduğu bir sistemi haklı olarak sorgulatma potansiyeli taşıyan insani ve toplumsal sorunlar, milyonlarca euro/dolarlık müdahaleyle egemenlere zararsız hale getirilerek sisteme eklemlenmektedir. Egemen sisteme isyan üretme potansiyeline sahip toplumsal sorunlar sınıf ekseninden saptırılarak sahte faillerin üzerine yıkılmakta ya da failsizleştirilmekte ve bu sorunların mağdurları fonlanan STK’lar aracılığıyla “sınıf körü” hâle getirilmektedir.



Kaynaklar

4. https://bianet.org/ (Erişim Tarihi: 22.05.2020)

6. https://tr.boell.org/tr/kategoriler/hakkimizda (Erişim Tarihi: 22.05.2020)

8. https://www.rosalux.de/en/foundation/about-us (Erişim Tarihi: 22.05.2020)

9. https://www.kas.de/web/tuerkei/hakk-m-zda (Erişim Tarihi: 22.05.2020)

11. https://www.ecoi.net/en/source/12178.html (Erişim Tarihi: 22.05.2020)

21. http://www.spod.org.tr/TR/sayfalar/1/ilkelerimiz (Erişim Tarihi: 22.05.2020)

23. http://kentenstituleri.org/2019/04/07/latin-amerikali-aydinlarin-donusumu-james-petras/ (Erişim Tarihi: 22.05.2020) Makale özgün hâli Latin American Perspectives, Cilt: 17, Sayı:2, Bahar 1990, 102-112’de yayımlanmıştır.

34. https://cinselsiddetlemucadele.org/biz-kimiz/ (Erişim Tarihi: 22.05.2020)

43. http://cinselsiddetlemucadele.org/biz-kimiz/ (Erişim Tarihi: 22.05.2020)



2.696 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


V. Koç
V. Koç
Aug 06, 2023

Toplumsal sorunları erkek karşıtlığı üzerinden okumanın kendi içinde bile dayanaksız olduğuna dair bir itiraz için bakınız https://youtube.com/shorts/qTFIyC-VFu8?feature=share

Like
bottom of page